30 Eylül 2013 Pazartesi

Sami Baydar’ın ‘Yeşil Alev’inde meleklere değmek / Anita Sezgener *



“Ben bu düşünceleri suyun eteğinden edindim, ne yapabilirim.”

(yuttuklarımı saymıyorum. etik değil. ağzım yarı aralık)
yavaş saatlerinde güneşin. otlar tutuştu. ‘yeşil alev’den kalktım bakmaya.
kim bilebilir ki sade otun böyle tutuştuğunu en iyi? en iyi diye bir şey yok. hele dümdüz havada. korkmak peki. imgelerin terketmesinden en çok. en çok diye bir şey yok. geceleri apansız biri konuşunca ya dipsiz.

buraya Sami Baydar şiiri üzerine düşünmeye gelmiştim, notlarımı aldım. başlıklarımı  düştüm:
‘melekler’
‘kan’
‘hayvanlar’
‘süt’
‘yalnız(lık)’
‘gizlilik’
‘ev’
‘dünya’

duraladım. duralamak diye bir şey var.
neden ama? ‘ölümün eli’nden su içmek şiir de öyle duraladım.
otlar da vardı işin içinde hin. yanımda hiç Nerval getirmeyişime hayıflandım. 
“Hayatı rüya içinde gördüm Nerval”
‘meleklere müzik dinleten’ bu şiir tuhaf bağlantıların dirseği. bu dünyadan olmama halinin. hangi dünyaydı peki bu uyuyan?
duymak için eğildim. eğilmek diye bir şey vardı kesinlikle. ihtiyaçtandı. ‘başka dünya’yı eğilmek, ‘bu sular dünyası’na.

“kaybolmuş mezarlıklar üzerinde yürüyoruz
bana kuşlar kadar güzel gelen görmek.”

artık ‘başka dünya’daysak  kırgınlık kauçuk:

“uzağımızda
bir yangın yerine geçiyor bellekler
ama neden
elele büyürken
benden koptunuz.”

bir an ‘yeşil alev’in dışına çıkıyorum, ‘dünya efendileri’ne doğru. sadece ‘Leyla’nın süt tozu’ üzerine mi yazsaydım,’kalp yaslıyken’, kelimelerde kesmeler, kırılmalar var. bir yandan da erotik öğelere çekiliyorum ‘iki yan’daki. erotizm Bataille’e göre, olana değil olmayana, görünene değil görünmeyene dönüktür. Bir yokluğun içinden yazılan bir (var)dil.. meleklerin bizi yabancıladığı.
 ‘melekler’de durdum.
meleklere gidildiği zamanlar mıydı? Paul Klee’nin de melekleri var dedi U, melekler birbirimizi duymamızı yapıyordu. belki. görünmeyerek. neden melekleri gereksinir şiir? hayvanlar nerde dururdu bu havada melekleri işitince? huzursuzlanmaları.
geriye dönüşsüzlüğün tınısı vardı.

“bir ceylan kaçıyor bir bahçeden gece yarısı
onu geri getirmek yıllara malolacak.” (dökülen)

sadece ceylan kaçması değildi bir bahçeden gece yarısı, bir de kaçması vardı habersiz. böyle olunca ‘yüreğinde gizleniyordum’ a mı kaçmıştı?
dışarının şairden şikayet etmesi mi vardır ‘ülke’ şiirinde. yoksa tüm şikayetler ceylanın kaçmasına izin verene mi gelmiştir? cezalandırılma korkusu mu arzusu mudur ‘Su’daki? yarış atları baygın, annenin sevdiği. suya çıkılmış ama ‘yine kendi ülkesine döndürmüştür onu bütün yapılanlar’. sızımsı bir sitemle varlığın içinden yarım bir kontrol hissedilir. kendini nesnelere hayvanlara yakın hissetmenin incitici koruyuculuğunda vardır ayna.
‘Biri’ şiirinde aynadan olup bitenler:

“Bizler birlikte olduğumuzda
sırtımı dönünce, göremiyorum ne yaptıklarını.”- (biri)

“İnsan sevgisini yaşamak bana ağır geldi.”
Sanki ‘saplı bıçak’ gibi. bakış nesneye yönelmiş yamacında yine de ses, bir insan sesi. uzun kuşkuyla. insanlar artık sadece isimleriyle varlar, belki o bile değil. uzak bir yer mümkün. sütün yalnızlığıyla kalan.
‘Gigi’deki gizlilikler kurma isteği. ‘kara bir kuş’ta yine gizlenme var.

“Siyah bir kan akıyor
ben serinlemek istedikçe
yanan o ateşten.”- (acının ülkesi)

kanın akması bir yana basit şeyler öldürür. misal saksağan. basit bir şey olmadığından. ucundan kenarından bitirim bi ölüm. basit şey: mavi öksürük. öksürünce sarsılan temizlik. ölmenin olması için basit şeyin olmaması gerekir.

“o zaman inanabilirdim
bir gün her şeyin
ortalamasını alabileceğime
ortalaması alınmayan şeylerin
beni öldüreceğine.” – (yeryüzü)

boğazımı temizledim. güneş alçaldı. ikisi arasında bir bağlantı yok..
Sami Baydar şiiri odayı havalandırdı. hayal kurmanın.
yanık kokusu dindi. burun rahatladı, telaşlı bir kulak kaldı geriye.

resim ve şiir, ‘Ayrılık Tablosu’nun melekleriyle birlikte.

“bir kuğunun uzanışını gösteren bu resimde
ışığın düştüğü yerlere gizlenmiş melekler”

yağmurlar yağacak daha. meleklere gidilmesi bu yüzden. ‘ak melek kanadı bıyıklar’a.

“Sargıların yol olur diye
düşler bittikten sonra dönecek meleklere”
(ölümün eli)

Otların tutuştuğunu başka gören olmamış mıdır? Ama duman gidiyordur kan gibi.
‘Kan’ dünyayı dolaşırken bizi de mi dolaşır’?


29 Eylül 2013 Pazar

Varla yok arasında / Perihan Mağden *

Duvarlarımdaki en güzel resimler, iki ressama aittir: Sami'ye ve Burhan'a. 
Sami Baydar benim için Sami'dir. Burhan Uygur da, Burhan. 
Her ikisi de annemin arkadaşıydılar. Sonra Sami, benim de arkadaşım oldu. İzin verdikçe. 
Sami, Türkiye'nin en mühim ressamlarından biridir. Levent'te, Proje 4L'de resimleri sergileniyor, 'Organize İhtilaf' sergisinde. Gidin, görün. İnsanın Sami'nin resimlerini, desenlerini görmesi nasıl bir histir -yaşayın isterim. 
Ne resmiyle, ne şiiriyle hiçbir kuşağa ait değildir Sami: yalnızca kendi kendine. 
Resmi şiirine, şiiri resmine akar. Giderek incelen bir şiir, giderek incelen bir resim. 
Bir yerlerde kopmasından korkarsınız, öylesine bir incelme hali. 
Hayır! Sami, size (ve en çok kendine) bu korkuyu yaşatırken, giderek inceltirken yaptıklarını; durduğu yerde durmaktadır: Sami Baydar Yeri'nde. Odasında. Adasında. Çakılında. 
Benimki büyük cüretkârlık. Sami üstüne yazmaya teşebbüs. Everest Yayınları'ndan kitabı çıktı. Kitaba adını veren şiiriyle ve başımı döndüren iki şiiriyle, ödüllendiriliyoruz. 



SAMİ BAYDAR VEYA MAX ERNST KOLAJLARINA BAKIP ŞİİRLER YAZMAK / Zeynep Arkan *

Sami Baydar şiirleri damıtılmış, naif ve benzersiz. Tıpkı bir tablodaki orijinalliği, dünyayı nasıl görüyorsa öyle temsil edebilme yeteneğini kendine has bir biçimde aktarır. Duyguları bir çocuk kadar net, düşünceden doğan bir görme biçimiyle birleşir. Dünyaya bir tabloya bakar gibi bakar, yorumları sonsuza kadar sürecek gibidir. Hep aynı konuları yazar, hep aynı sadelikte ve bıktırıcı olmadan okunmayı başarır. Onun temel konusu sarsılmaz biçimde yinelense de tekrara düşmez. Çünkü Dünya her an yeniden yaratılmaktadır.

Sami Baydar en çok ve en güzel “Dünya” diyen bir şair. Dünya ile bir işi kalmamış olduğundan değil, Dünya’ya ait hiçbir şeyle fazla ilgilenmiyor gibi görünmesine rağmen, şiirinde yalnızca dünyayla ilgilenmektedir. Dünya güzellikleri, renkler, güneş, kelebekler, bitkiler adeta bir çocuk dikkati gösterilerek yorumlanır. “görgülü kızların/katladığı/kar taneleri”(1) mısraı Kar’ı anlatan en güzel mısralardan biridir.

Dünya’yı zihnen değiştirebilme, nevi şahsına münhasır biçimde yorumlama, insanlara karşı acziyeti beraberinde getirebilir. Değiştiremediğinden uzak kalma duygusu ağır basar. Yine de mizantrop bir adamın şiirlerinde insanlara dair “kötü”nün iması, “iyi”nin güzelliği, sürekliliği vardır.

Sami Baydar’ın şiirindeki ses, kimsenin sesini bastırmayacak kadar kırılgan ve özgündür. Bu sebeple okurken herkes onu duyabilmek için sesini alçaltmak zorunda kalacak ve bunu isteyerek yapacaktır. Yeni bir şeyler söylediğinin farkında olmadan konuşan bir ses. Pür bir yalnızlığı yaşarken “yapayalnızlık nedir?”(2) diye sorar şiirinde. Bu mısra bana çok ilginç görünür. Yapayalnız bir insanın “yalnızlık nedir?” diye sorduğu bir mısra kalabalıklar içinde bunalmış, yılgın ve yalnız bile görünemeyen insanlardan cevabını almak üzere “dünya”da dolaşıma girer.

Yapayalnızlık nedir? En yalnız insan bunun cevabını verebilir.

Şiirlerini yapayalnızken okuduğumda çok sevdiğim Sami Baydar'ın ölümü üzerine konuşurken “neden ölmüş?” diye soran birine adım kadar emin olduğum bir cevabı verdim:
  • Dünya yüzünden.


  1. Andersen Karşılayıcıları - Varla Yok Arasında, S.31, Everest Yay. 2003
  2. Kar- Nicholas’ın Portresi, S.51, YKY, 2005


    * Hacı Şair Dergisi, Plaka 51, Kasım 2012 Yayınları, "Sami Baydar Anısına" bölümünden. 

Sami, güzel melek, / Ahmet Güntan. *


Sami, güzel melek, herkesin birden meleği olunmuyor, o zaman başka bir yerde bir şey eksiliyor, bunu sen iyi bilirsin, öyle sanıyorum hayatın seni bu bilgiye getirdi, hikayelerindeki aşık kızlar, onların hepsi sensin, öyle güzelsin. Seni incecik güzel biri olarak hatırlıyorum, gençliğinden sonra az, belki bir iki haberleştik. Yazdıklarından anlamaya çalıştım, nasıl büyüdüğünü, nelere canının ne kadar büyük sıkıldığını, sıkılıyordun, bu sıkıntını da kimseyle paylaşmadan kendin taşıdın, Merzifon’a sığındın, kimseyle paylaşmadığın sıkıntılarını çocuk saflığından süzerek bize buraya yazdın, şiirde çocukçalığı kim sevmez, sen bizim güzel çocukçalığımızdın, hiçbirimiz senden daha temiz daha duru olamazdık. O çocukçalığa biricik karanlık deneyimini yerleştirdin. Onu oraya öyle bir yerleştirdin ki artık kimse çocukçalığı karanlık deneyiminden ayıramazdı. Hem saflık hem karanlık, en karanlık noktada hâlâ aydınlık olan, sen, bu sensin, senin dünyan bu, uyumadan önce okunabilen bir şairsin, ne mutlu sana. Bir şeyin bir daha kimseyle paylaşmamak üzere örtüsünü çekip kendine saklaman, uzun yıllar herkesin unuttuğu şeyleri kendi içinde hâlâ kendinle konuşuyor olman, şiirlerini bu gözle okuyabiliyoruz, öykülerini de. Yazdıklarında yaşadığın neyse ona kriptik yuvalar buldun, biz Merzifon’da oturmayanlar bu şifrelerde kendimizi bulurduk, ne tuhaf düzenek değil mi, halbuki sen bir düşün kendi hikayene bambaşka nerelerden bakıyordun, işte bunu ancak senin gibi beyin kimyasına koşulsuz teslim olan şairler becerebilir, bence Merzifon Vakası da senin beyin kimyana tam teslimiyetindir. Merzifon’a başlangıçta geçici diye düşündüğüm kalışın sonradan temelli oldu. Oradan bize okurlara yalnızca yazdıklarını gönderdin, başka çok az bağlantın oldu seni okuyanlarla. Bu mutluluk getiren bir çekilme değildi, keder getiren bir çekilmeydi. Cinselliğini hiç yaşayamadın, ama yazdıklarını okurken boşalma isteğini görüyorum, ızdıraplı bir çekilme seninki, ahlak adına örnek alınacak bir çekilme değil, sen kimse için bunu istemezdin eminim, acıyı elinle nasıl kuş gibi kaldırdığını biz buradan gördük, kararlı bir çekilme orası tamam, İstanbul’un genç güzel parlak şairi Merzifon’a gidiyor, değişik bir hikaye mutlaka, doğru anlamak lazım, senin melekliğini korumak isteyen herkes bence seni yüceltilmemiş sivil bir bölgede tutmak isteyecektir, serbest bir yer. Önce hasta diye gidiyorsun, ama sonra oralı oluyor, oradan bir dış çevreye şifreler gönderiyorsun, bunlar karanlık sıkıntılı metinler, ama okuyana bir dayanma gücü veren bir çocukcalığı var, bilgeliği oradan geliyor, çocukcalığını koruyabilmek için ne egzersizler yaptın, bilmek isterdim, seni anlamamız için senin çok şeyini anlamamız lazım, asla gargaraya gelecek bir yapıt bir yaşam bırakmadın. Yine de kimse böyle olmasını istemezdi, bu kanı herkeste var, keşke daha serbest bir hayatın olsaydı, ben kendin için bunu istediğine eminim, keşke gerçekleşebilseydi de demişsindir mutlaka, Sami, güzel melek, işte ben buna üzülüyorum, sen aydınlığı hak ediyordun, her şeyinle pırıl pırıl parlıyordun, olmadı, gök senin için aydınlanmadı, önce aydınlık olan şey sonra nasıl birden karanlığa düştü değil mi, Beşiktaş Spor Caddesinde gördüğüm o güzel çapkın Sami’nin melek kanatlarını çıkarıp büyük aşkı olan bir erkeğin omzuna başını güvenle koyabilmesini isterdim, çok mutlu olurdun eminim, belki o kimsenin almayı kabul etmediği şeyi almaya aşıkça istekli birini bulacaktın, beyin kimyan seni yolda bıraktı, arada bir şey olmalı mutlaka, bana öyle geliyor, beyin kimyanın seni yolda bırakmasıyla Merzifon arasında, adına hastalık dedikleri donuklaştırıcı-uzaklaştırıcı dışında önemli somut bir şey, neden kabul ettin, işte senin şiirin onu anlatıyor, gerçeği de belki çok az kişi biliyor. Sana sorarlarsa orada Sen bu işi böyle nasıl tökezlemeden 50 yaşına kadar taşıdın, de ki Ben taşımadım onu şiire taşıttım. Daha çok taze, daha dün gittin, ben yalnızca bana ilk al basmasını yazıyorum, seninle ilgili duygularıma hiçbir düşünce karışsın istemiyorum, seninle ilgili çocukçalığımı hep koruyacağım, ben de seviyorum çocukçalığı, ama benim hiç Merzifon’um olmadı, benimki de başka türlü bir jimnastik, uzun iş, sonra anlatırım, senin deneyimini, ki sen bize asıl onu bıraktın, ben içimde taşıyacağım, dilerim benim Allah’ım seni dinlendirecektir.


* Kitap-lık Dergisi, Sayı: 165, Ocak-Şubat 2013. 

SAKİN VE ŞAŞKIN, GÜNGÖRMÜŞ VE ERMİŞ BİR ŞAİR: Sami'nin dünya halleri / Seyhan Erözçelik *

Sami Baydar, son yılların en iyi şiirlerinden birini yazıyor. Şiiri tanıyan ve sevenler, onun şiirini daha Beyaz kitaplarında yayımlanırken fark etmişlerdir. Kiraz Ağacım Japonya, Sülüslü Sayfalar, Cezayir gibi şiirlerinin birçok arkadaşım tarafından mırıldanıldığını hatırlıyorum. Mırıldanmak dedım. Çünkü bu şiirleri mırıldanabilirsiniz, yüksek sesle bağıramazsınız.

Sami'nin şiirleri 1982'den beri yayımlanıyor. Garip bir boşluğun hüküm sürdüğü dönemde, birçoğumuz gibi o da şiirlerini az basılan, az dağıtılan ve meraklısına hitap eden dergikitaplarda yayımladı. Bu dergikitapların (Beyaz, Şiiratı, Sokak, Üççiçek, Poetika ve başkaları) benim yaşıtlarımın gözünde önemi büyüktür. Bugünkü şiirin tohumlarının oralarda atıldığını rahatlıkla söyleyebilirim.

Yeşil Alev, Sami Baydar'ın Dünya Efendileri'nden sonraki şiir kitabı. Bu kitapta, 1987 ve 1990 yılları arasında yazılmış şiirler var. Kitaptaki bölüm adları, aynı zamanda o bölümlerin ilk şiirlerinin de adları: Bu Sular Dünyası, Dehşet, Alınlık, Turunculuğu Yüzünden, Yeşil Alev, Acının Ülkesi ve Şaka. Kitabı bölümlere ayırmanın beli bir mantığı olmadığını sanıyorum. Yalnızca, insana okurken nefeslik zamanlar veriyor. Yoksa kitap bir kaleydoskop gibi. İstediğiniz sayfadan açıp, kimi yerleri atlayarak, tekrar geriye dönerek ve ilerleyerek okuyabilirsiniz. Sayfaları öyle çevirebilirsiniz. Her sayfada, her selüloz tabakada, mükemmel bir hayvan olan salyangozun bıraktığı pırıltıları göreceksiniz.

Sami, dünyaya sanki evinin camında oturan bir çocuk gibi bakıyor. Sokakta oynamış, işini bitirmiş, oyunlar da bitmiş, ama o hâlâ dışarıyı merak ve ilgiyle izliyor. Her şeyi tekrar ve tekrar keşfeden bir çocuk. Bu çocuğun önemli ya da önemsiz bütün gördükleri aynı sakinlikte söyleniyor: Melek sakinliğinde. İlk şiir kitabı Dünya Efendileri'nde dünyada olup bitenler daha keskin ve yaramazca aktarılıyordu. Bu kitapta Sami, çevresindeki şeyleri sevgiyle yargılıyor: "yatak açılmış, çöpler kararsız ve çıkarsız, / öylece ve her şey sağlam / evin içinde, yalnız saatler kurulmamış." Bu sakinlik, sadece görünür olan. Şiirler deşildiğinde kaleydoskop dönüyor ve İsa nasıl çıt! diye asi oluyorsa, derinlerde de melekle şeytan dans ediyor. (Melek, kitapta oldukça sık geçen sözcüklerden.)

Kitaptaki dünya, bütün zamanları geçmiş, yaşanmış bir Peter Pan dünyası gibi. Bir şeyler hatırlanıyor, aktarılıyor ve başka birtakım çocuklara öğütler veriliyor. Gerilerde masallar, okunan kitaplar, şiirler, ilişkiler, dostluklar, velhasıl dünyaya ilişkin her şey var. Bu her şeyin karşısında da Sami'nin sakin şaşkınIığı. Güngörmüş ve ermiş.

Kitaplarının adları bile Sami'nin dünyasına girmeye kışkırtacaktır sizi: Dünya Efendileri ilk şiir kitabı. Dünyadan Çıkış Yollan ilk öykü kitabı. Dünyada Anılara Bakıyorum yeni çıkan öykü kitabı. Yeşil Alev'i bu kitaplarla birlikte okuduğunuzda Sami'nin kırgınlığını anlayacaksınız: "ruhum eğer bir maddeyle birleşecekse / tekrar, bir ağaç olsun, insan / sevgisini yaşamak bana ağır geldi / insanın her şeyi, nesnesi, bana ağır geldi."


* Cumhuriyet Kitap, Sayı 91, 21 Kasım 1991. 

Tavus Kuşunun Yol Arkadaşlığı ve Tanrının Buyruğu. / Saba Kırer *

Emirlerini Yerine Getiremiyoruz.

Kanında kiraz suyu olan bileğimi 
Kesilmesi çok zor bileğimi
Bir bıçakla kesmek istediğimde
Kral King’in sesini duydum
Kral King’den. Sami Baydar.  


   Parmaklarını saç diplerinde gezdirip diken diken havalandıran ergen oğlanlar gibiydi, hali. Oysa yandan ayırdığı saçlarını gayet düzgün tarardı hep. Sanki rüzgârın şiddetiyle kafasındaki bütün teller birbirine karışmıştı, o an. Polonya filmlerinin ağır sahnelerinde yer alan bir oyuncunun yüzünün aynıydı gördüğüm yüz. Yine o, motifleri birbirine geçmeli kazak üzerindeydi. Arkasındaysa, bir tavus kuşu bakışlarını doğrudan üzerimize dikmişti. Kanatlarını açan kuş, ipek ibrişim bir kabartmayla, köşe kırlentine oturtulmuştu. O, Omzunu kuşun sırtına dayamıştı. İncecik parmaklarının arasındaysa yanından hiç eksik etmediği sigara. Yine de her zaman içtiği Harman’ı acemice tutuşu! O, donuk duruşuyla, bakışlarındaki uzaklıkla filmin karesine ilk görüntülendiği anla girmiş bir aktörün, solgun suretini taşımaktaydı. Rolü icabı değil de, fark edilmediği için ya da o kare unutulup kaldığı için kayıtlara geçmiş, oradaki tüm solgunluğuyla da perdelere yansımış birinin görünümündeydi. Bana ilk defa göründüğünde.

     
Onun Sözlüsü ve ‘Kızıl Afiş Marşı’nı seslendirme
 
     O, annesinin zarif elleriyle pat pat vurup -her zaman sarı ve turuncu karışımı boyadığı güneş o gün de yine kuvvetli,  parlakmış- güneşin altında pamuklarını kabarttığı yastıklara bakmış. Sakız gibi bembeyazmış. Başkalarında asla bulamayacağı bir temizlik kokusu. Annesinin elleriymiş, mis kokuluymuş. Üst üste koyduğu, iki puf yastığı başının altına almış, sakin sulara dalmış. Öğlen uykusu bu, hafif olurmuş, tatlı olurmuş. Hem annesi yanı başında. Hem de uyanıncaya kadar, kazağı ören kız da gelmiş olacak. Ona, Onun için herkesten sakladığı, akide şekerlerinden bile şeker, pembe buselerden getirecek. Kızın annesi tembih etmişmiş. Kız da annesine verdiği söze bağlı kalmış. Kimselere göstermemiş kutusunu. Ebediyen göstermezmiş. Ama kız ona söz vermiş: “Sen merak etme!” demiş. “Aramızda bir sır!” demiş. “Nasıl olsa Tanrılar yüzlerini geri çevirir, benim mahremime bakmaz. Evin her yanını kapatırsak cinler de içeriye giremez!” demiş. “Yalnızca sana, senin için açacağım bacaklarımı” demiş, düşüncesini sözlüsüne belirtmiş. Pudra kokan kutusunu açıp gösterecekmiş. Sözünü tutarmış, biliyormuş!
     O, düşlere dalmış: “Küçük kutu! Küçük kutu! Sözlümün bana vereceği en güzel armağan. Her armağan paketinden de, selüloz ambalajından da, rafya fiyonktan da çok daha alımlı. Üzerini tamamen pudralayışı! Daha da belirginleşen dışbükey. Kasıklarının ağırlığı, baldırları, baldır ağının basıklığı. Hem her şeyiyle bir dünya. Tanrının, elleriyle bahşettiği dünyadan bir parça. Hem de en uzak nesneyi bile yakınlaştıran, dokunuyorum, büsbütün hâkimim, sahibi benim duygusunu yaşatan, henüz içimizde bu olup bitenlerle baş edememişken, bu duygunun yer değiştirdiği, bizi bir başka duyguya saldığı, içine, derinliklerine çeken, içine, diplerine gömen, bizi kendi içine hapseden bir mercek. Oylumunda, incecik bir pudra tabakasının oluştuğu derin kutu!” demiş, iç geçirmiş.
     Farkındaymış! Onun sözlüsü, diğerlerinin sözlüsü gibi değilmiş. Fakültede, kampüsün içerisinde, komünistlerin forum düzenlendiği taş sahında sözlüsünün en yakın arkadaşıyla el ele tutuşup Leo Ferre’in Kızıl Afiş Marşı’nı göğe yükselen bir ses tonuyla seslendirmezmiş. Mimarlığın arkasında uzanan, birbirinden eşsiz ağaçların olduğu koruya girip, bir başkasıyla kurumuş yaprakları topuğuna basa basa çiğnemez, çıtırtı yürüyüşü yapmazmış. Heykellerin sergilendiği taraçaya çıkıp onunla bununla sigara tüttürmezmiş. Heykel bölümünden yok öğrencisiymiş, yok doktorasıymış yaş günü için verdiği partiye, Öğrenci evine davet etmezmiş. Antikacıdan edindiği tek kanepeyi, sözlüsünün en yakın arkadaşıyla her gece paylaşmazmış. Hakiki bir sevgili. Ebediymiş.


* Hacı Şair Dergisi, 23 Koltuk, Mart 2013 Yayınları. 

28 Eylül 2013 Cumartesi

Daracık dünya karmakarışık / Orhan Kahyaoğlu *

Sami Baydar, şiirde en zor olanı başaran, nadir şairlerden biri. 1987 yılında, ilk şiir kitabı Dünya Efendileri yayımlandığında, hiçbir şiir kaynağına bağlanamayan bir şiirle karşılaşılmış ve bu kitaptaki şiir dünyası, okuyanları şaşırttığı kadar büyülemişti. Şair, daha ilk kitabında, tamamen kendine ait bir dünya kurmuştu. Ama, bu basit anlamıyla şairin iç ya da dil dünyası demek değildi. Şair Lale Müldür, Sombahar şiir dergisinin 14. sayısında bu kitaptan hareketle kaleme aldığı kısa ama o denli de sıkı metninde bu şiirin 'kendi üzerine kapanmış görünen bir dünya'sı olduğunu vurgulamıştı. Müldür, metnin bir başka yerindeyse, Baydar'ın 'şaşırtıcı plastiklikte kırdığı dil'i açımlama, çözümleme uğraşındaydı. Gerçekten de Baydar daha bu ilk yapıtında, üstüne çok konuşulup düşünülecek bir şiirin başlangıç cümlesini kurmuştu. Bu şiir, ardından gelen kitaplarla devamlı içselleşip derinleşti. Tamamen kendinin olan bu dünyada, ne tek başına lirik bir karaktere, ne de plastik veya mistik bir şiir bağlamına eklemlenebilir özellikteydi. Şairin her kitapta pekişen bir şiir dünyası, bir evreni, hatta bir poetikasının oluştuğu, pekiştiği söylenebilir. Şair, kendine özgü renkleri, motifleri olan, benzersiz metaforlarla dilini geliştirip, resim geri planının da etkisiyle -Sami Baydar aynı zamanda ilginç bir ressamdı da- bir 'dünya tablosu' çizmekle uğraşıyor. Belki ömrü bu tabloyu bitirmekle geçecek, ama şu hâliyle bile gözleri kamaştıracak özen ve ayrıcalıkla.


Acı yüklü bir yürüyüş

Sami Baydar'ın son şiir kitabı, kısa süre önce Nicholas'ın Portresi adıyla yayımlandı. Baydar'ın şiir dünyasında çiçekleri, bitkileri ve renkleriyle hep özel bir doğası olagelmiştir. Bu bilinesi bir pastoral dünya hiçbir zaman olmamıştır. Bu şiir zarif, kaygan ve okunaklı olduğu hâlde, nüfuz edilmeden açımlanamayan sorularla yüklüdür. Kolayca yanıtlanamayan kapalı sorulardır bunlar. Doğanın güzellikleri kadar, sayısız nesne de bu şiirin kopmaz parçasıdır. Nesneler dünyasıyla bile, Baydar garip bir ruhaniliği şiirlerinde barındırmayı hep becerir. Bu ruhaniliğin içinde resmin matematiğini bile bulmak mümkündür. Buna, Baydar şiirindeki ilginç müzikaliteyi de eklersek, onun dünyası bir nebze de olsa açımlanmaya çalışılır. Yenisinden önceki beş kitap arasında yer alan Yeşil Alev ve Dünya Bana Aynısını Anlatacak adlı iki çarpıcı kitabında değindiğimiz özelliklerin birçoğunun farkına varılır.
Nicholas'ın Portresi Baydar'ın, bazı kesimlerce zor telaffuz edilse de, inanılmaz usta bir şair olduğunun belgesi niteliğinde. Baydar, artık, ruhani karakterli de olsa şiirindeki ilginç plastiklikten tam anlamıyla sıyrılma çabasında bu yapıtta. Nicholas'ın Portresi kitabının bir köşesinde, Baydar'ın, dünyasının, onun bir tür oyuncağı olduğu da imleniyor. Bu, bir anlamda, Baydar'ın şiirinde devamlı hissedilen çocuksuluğun, bu kitapta daha bir altının çizilmesi. Kitaptaki 'Duygu Yaraları' başlıklı, on bölümlük uzun şiirde, doğayla ve iç dünyayla olan acı yüklü bir yürüyüşün, hatta yolculuğun izlerini bulmak mümkün. Bu şiirlerin bazıları hüzünlü ve lirik şarkılar gibi gözükürken, bu şarkıların olsun, yolculuğun olsun yoğun 'duygu yaraları'yla bezeli olduğu hemen hissediliyor. Şairin bu bölümdeki dünyası hem doğanın, hem de kendi doğasının acılı yanını yansıtmakta. Örneğin bu şiirin dördüncü bölümünde pastoral bir hava ağırlığını koyarken, insanın iç dünyası ve çocuk yanı masumiyeti- sorgulanmakta. Şiirinde doğaya gitgide tutkuyla bağlanmış bir Baydar'la bu bölümde baş başa kalırken, duygularını devamlı kanırtan saf bir çocuğun iç dünyasıyla da karşılaşılıyor. 'Duygu Yaraları' bölümünün bir başka şiiri olan 'Yıldız Çiçeği', Baydar'ın düzanlatımcı şiir dünyasının mükemmel bir örneği niteliğinde. Onun bu şiirde 'sevgili' olarak özlemlediği bir kişi olmaktan çok dünyası ve doğası olarak dizelere dönüşmüş. Başta değindiğimiz Baydar'ın dünyasını bir anlamda resmini ve tablosunu da- çok iyi yansıtan bir başka örnekse 'Bitki' adlı büyülü şiiri. 


Olgunlaşmış Baydar şiiri

'Doğumgünü' adlı ikinci bölüm, şairin 'kendi üzerine kapanmış' dünyasını derinlemesine yansıtan şiirlerle dolu. Şair, bu kez dünyasına, tablosuna, şiirine yolculuğunu 'Kalp' ve 'Doğumgünü' adlı şiirlerde poetik bir sorgu alanına taşıyor. Dünyanın şairin iç dünyasında bir tür oyuncağı da olduğunun en çekici işaretleriyle dolu. 'Rüya' şiirinde, sevgili ve sevişme, beniyle, doğayla ve dünyasıyla bezeli. Bu bölümdeki bir başka 'Rüya' şiirindeyse, bu kez devamlı iç dünyasıyla konuşan bir Baydar'la karşılaşılıyor. Şairin, baştan beri oluşturmakla uğraştığı bir dünyası olmanın yanı sıra, 'Bulut' şiirinde şair şu dizeyi de yazabiliyor: 
Şimdi haritalarımı da aştım

Bu dize bir anlamda şairin dünyasını yenilediği, zenginleştirdiğinin farkında oluşunun açık bir ifadesi gibi. Zaten şair 'Geri Dönüş' şiirinde de bir 'öteki dünya'dan açıkça söz edebiliyor. Bir bütün ve poetik bir tavrı yansıtan bölümün son cümlesi olan 'Aşk' adlı şiirdeyse, gizliden gizliye 'sen' ile 'ben'in karmaşık birlikteliği ve birbirinden kopuşları çağrıştırılmakta. 
Kitaba adını veren bölümse, Baydar şiirindeki özel dil ve üsluptaki gücünü çok iyi vurguluyor. Özellikle de 'Kar' adlı şiir. Şairin, bir portre olarak bu kitapta devamlı zenginleşen, derinleşen bir dünyası var ki, o farklı bir 'bakma' tarzını da beraberinde getiriyor. 'Dünya Gözüyle'de bakılmalı gerektiğinde bu tabloya. Bu addaki şiirin dörtlüğü herhalde Baydar'ın poetik algısını da çok özenle yansıtmakta: 
Dünya gözüyle bir eski suluboya.
Dünya gözüyle dünya. 

'Paranoya' adlı şiirse, şairin kitap boyu, aslında, sanki paranoyanın doğum gününü tüm kitaba yedirme isteğiyle dolu. Evet, belki de şairin paranoyalarının sonucu yapılıyor tüm tabloları. Yani, dünyanın kendisi zaten bir paranoya. Ve kitabın son şiiri Nicholas'ın Portresi'nde şair şunu tüm açıklığıyla söyleyebiliyor. 'Dünya/Nicholas'ın Portresiydi'. Artık, zenginleştiği kadar olgunlaşmış bir Baydar şiiri var. Dünya Efendileri onun için sözcükler ve sonsuz renkler. Görüntü ve aşk bu şiirde çok derinlerde. Onun şiir dilini devamlı keşfetmeden dünyasına girmek de zor. Ama, has ve ayrıcalıklı şiirin de biricik özelliğidir bu. Baydar'ı, Türkçe yazılan şiirin son çeyrek yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biri olarak anarsak, herhalde fazla abartmamış oluruz.



* Radikal Kitap, 9 Eylül 2005. 
http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=haberyazdir&articleid=857379

Sami Baydar’ın ‘Dünya’sı / Haydar Ergülen *

Dünyaya bir kâğıt inceliğinde geldi, dünyayı bir kâğıt, kendini de harf bildi, hem dünyaya hem kâğıda hem de tenine ve ruhuna o harfleri döktü, işledi, oydu, kazıdı, yazdı. Sonra da hepsini “Dünya İnancı” (YKY, Ekim 2012) başlıklı bir harfler kitabına topladı, gitti.

Sami Baydar “Dünyanın sevdiği sözler/ vardır./Şiirler gibidir/ve onları bilmeyiz” diyordu “Sözler” şiirinde. Sami’nin şiirlerinden rastgele dizeler alsak, onlar için de bu dizeler için yapacağımız yorumu yapardık. Yorum da değil aslında, Sami için bilebildiğimiz şeyleri dizeleri için de tekrarlardık. Çünkü Sami de tekrarladı ve gitti, inanmak isteyen herkes gibi.

Şiir bazen inanmak için yazılır ve bazıları inanmak için yazar. Şiire gereksinim duymakla inanmaya olan gereksinim birbirlerine çok yakındır. Bir insana inanmak, aşka inanmak, çocukluğa inanmak, Tanrıya inanmak, dünyaya inanmak, kendine inanmak, şiire inanmak... Şairleri bundan niye ayrı tutalım ki? Sami Baydar da bence, şiir bir anlam yaratsın diye olmasa da, bu dünyada ve bu dünyaya bir anlam bulmak için şiir yazdı. Dünyayı şiirle anlamaya çalıştı. Kendisini de şiirle ve şiirle kurduğu dünyayla anlamaya çalıştığı gibi.

Eski-yeni pek çok şairin çeşitli biçimlerde söylediği sözü ben de sık sık tekrarlıyorum, “Şiir öncelikle şairi için bir gereksinimdir.” Bu gereksinimi en çok duyan, duyuran şairlerdir belki de; çok severek okuduklarımız, bambaşka şiir evrenlerinde de dolaşsak, şiirlerimiz bambaşka dünyalardan da çıkıp gelmiş olsa şairlerin dünyayı zenginleştirmesine bir delil sayılır bu. Şair o dünyada çok yoksulluk ve yoksunluk çekse de! Şairin ironisi de bu olmalı, kendi yaşamı pahasına dünyaya katkıda bulunmak, başka hayatları zenginleştirmek için kendi yaşamını hiçe saymak.

Sami’nin “Dünya İnancı”nda, şairane bir gösteriş olan, bir tür şair süsü de sayılır, ‘şair yaralıdır’ düşüncesine rastlanmaz. Yarası açıkta bir şiir değildir onun şiiri. Saygı ve hayranlık uyandırdığı kadar sessizlik de uyandırması bundandır. “Bendeki yaralar türlü türlüdür” dediği gibi türkünün, şiirdeki dünyalar da türlü türlüdür, kalpteki yaralar da türlü türlüdür.

“Dünyayı seviyorum/kalpten seviyorum” diye yazabilme doğallığını gösteren bir şiirdir Sami’nin yazdığı. Ve onu yazabildiği için şu çok acıtıcı dizeleri de yazmıştır: “Acılar dolu kalbimden korkmuyorum/ kendimden öğreneceklerimden./Acı artık varlığıyla güzel/söyleyecek sözlerim gizli artık./.../Beni yaratan sensen sevgili yok edecek misin yeniden?/Acı üstün geldi de yaşadım varlığımı.”

Sami Baydar İstanbul’dan gideli 20 yıl oldu, benim de onu son görüşümdü, giderken bir tablosunu bırakmıştı, ilk sergisinden, “Yeşil Melek”. 20 yıl sonra da Merzifon’dan gitti. Onun kadar ‘Dünya’ya inanmak ve bağlanmak isteyen şair az bulunur. “Dünya Öyküyle Doldu” idi bir şiirinin başlığı. Sami Baydar’la da ‘dünya şiirle doldu’. Sami inanmak istediği ‘Dünya’yı yazdı, ona inandı ve sonunda ‘Dünya’sı da kendisi oldu.


* 26 Kasım 2012 - Cumhuriyet

BİR ÇİÇEK ŞAHİT SAMİ BAYDAR’A / Hayriye Ünal *

"Dünya dönüşüyle güzeldir. Resimlerim de böyle. İki nokta. Dikkatli bir resim. Dünya nedeni. Dünya dönüşüyle güzeldir.” Baydar
Görünmeyen bir şair Sami Baydar (Sami Baydar, 26 Eylül 1962, Merzifon doğumlu. Ressam, şair. Şiir ve öyküleri; Beyaz, Gösteri, Defter, Sombahar, eski’Z, Ludingirra, Göçebe, Kaşgar, Kitap-lık veGeceyazısı dergilerinde yayımlandı. Şiir kitapları: Dünya Efendileri (1987); Yeşil Alev (1991); Dünya Bana Aynısını Anlatacak (1995); Çiçek Dünyalar (1996); Varla Yok Arasında (2003); Nicholas’ın Portresi (2005). Bu yazıdaki hükümler Çiçek Dünyalar ve Nicholas’ın Portresi ile sınırlıdır). Görünmez adam o. Onu ve şiirini görmek için dikkat kesilmek gerekiyor. Daha bir görünmez olmayı istiyor adeta:
“Bir insanın gizli kapısı olmalı, geri dönüş bu olmalı
hiç göstermemeli işte bu yaşama başladığını.” (2005, 38)
Bu görülmeme arzusu çok çok ilginç geliyor bana. Belki onunla aynı biçimde değil ama farklı birgörünmez olma arzusu taşıdığım için olabilir. Göze görünen hiçbir şey tam anlamıyla kendisi değildir. Bakılan şey tam-özne olamaz. Bakan da bakış tarafından imrenilendir, baştan çıkarılır. Kendi hakikatiyle bozuşarak.
“Bir oğlan bakıyor pencereden imrenerek olana
Barış içinde kalamaz artık hayvanlarıyla” (1996, 15)
Salt görünmekle utanç arasında bağlantı kurulabilir. Çünkü “utanç, ayıplanabilir şu ya da bu nesne olma duygusundan değil, bizatihi nesne olmanın kendisinden kaynaklanır. Bu, kendimi ötekinin gözünde dönüşmüş olduğum halimle, indirgenmiş, bağımlı ve sabitlenmiş bir nesne olarak görmemdir.” (Sartre) Baydar’daki görünmezlik arzusu da tam bu farktan doğuyor gibi görünmektedir. Bakılabilen ve görülebilen bir şey olarak kendisi, kendi imgelemindeki kendisi ile hiçbir zaman çakışmayacaktır. Bu durumda hiç görünmemek onu daha az indirgeyicidir.
Bu şiirdeki bu konuyu daha detaylı incelemek gerekir; ancak bu yazının formatı gereği bu kadar değinebiliyorum. Şu da var, Sami Baydar’ın kitaplarının bazılarını edinemedim. Son olarak 2005’te Nicholas’ın Portresi adlı kitabını yayımladı.
Pasternak, “Şiirlere ben güllerin soluyuşunu verirdim,” der. Sami Baydar ise, “Ben bir resim yapacak olsam / bir fosil yaratırdım / ışıkla benden oluşan” (1996, 67) der. Bu ikisini birlikte düşünmekten kendimi alamıyorum. Pasternak can verecek; Baydar canı taşlaştırmak istiyor. Yine de burada aynı imgesel düşünme biçimi var. İmgesel düşünmenin gerçeklikten uzaklaştıkça başarıya ulaştığı konusunda itirazı olan yoktur. Baydar da, kentin açığında bir merkez seçmiştir şiiri için. Fiziksel bir yerleşimi kastetmiyorum, zihinsel olarak kentin açığına yerleşmiştir o. Kısıtlı sayıda gördüğüm resimlerinde de fosil arzusunu dışa vurduğunu düşünüyorum Baydar’ın. Fosil olmak, görünmez olmak demek değil; fosil olmak isteği doğaya karışmak isteği tam anlamıyla.
Aşırıya vardırılmayan bir memnuniyetsizlikle uysallık arasında bir konumda Baydar; zamansız bir şiir yazıyor, milliyetsiz, onun aidiyetleri yok, medeniyete ait biri o en fazla. Biraz daha yakından bakarsak sadece doğaya ait biri olduğunu göreceğiz. Çünkü medeniyetle tanışıklığı bile en fazla basit mimari öğeleri ve basit nesnelerle. İlk mesleklerle. Kapı, pencere, sepet, ceket vb. O kadar ki, Victor Hugo’nun “Şairin tek modeli doğa, tek kılavuzu gerçektir” sözünün ilk kısmı Sami Baydar için söylenmiş gibidir. Ressam olmasının etkisi sanıyorum, imajlar tamamlanmış şekilde geliyor ona. Doğa şiirleri yazıyor değil Baydar; daha çok, şiddeti bile sessizce gerçekleştiren bir doğayı model alıyor. Ve bu doğa ilkel bir doğa hâlâ. “en zehirli yılanı gördün. Ve boa yılanı öldürdü seni. Kemiklerin içinde şimdi aşkın var.”(1996, 33)
Bu yönleri ve tutkulu imgeciliği ile Baydar, öykücü Bilge Karasu’yu anımsatıyor bana. Karasu nar aşkını edebiyata şairlerden evvel getiren adamdır. Baydar’ı kuşağının şairlerinden çok uzakta ve soyut bir dünyada buldum. Aldığım ilk kitabı Çiçek Dünyalar idi. Bilge Karasu’yu da Gece romanıyla tanımıştım. Bende yarattıkları etki birbirine çok benziyor. Doğada her yerde bulunabilecek olan bir canlıyı tahayyül ettiriyor; fakat onun iç dünyasını, beşeriyetini hissettiği oranda şifrelerle dışa kapatmış, ifade etmeyi çok isteyen, fakat taşkın değil, disiplinli ve üslupçu bir kalem sahibi olarak… Dikkatsiz bir okurun onları atlaması çok mümkün, kelimenin tam anlamıyla gürültüsüz ve damıtılmış bir edebiyat tarzı bu. Nesnelerin çarpışması, dürtülerin taşması, şehvetin, öfkenin veya dehşetin ifadeleri, hatanın, sürüklenmenin, baştan çıkmanın azabının yer almadığı şiirler. Bu anlamda nesneller.
Baydar o acıtıcı insansızlığını itiraf eder:
“yüreğimi derinlere itiyordu bir el zincire çarptı
buldu ve aldı dostluğu beni bıraktı” (1996, 32)
Şiirlerin tamamında insan ilişkilerine dair yorumlarında mağdur değilse bile etkin olmayan bir profil çizer. O, bırakılmış olandır. Ondan yok olması istenecek olursa gidebilecek olandır. Israrlı bir varlığının bulunmadığını ima etmekten hiç vazgeçmez. Cevdet’in onun şiirini değerlendirirken “sükunet” dediği de budur. Onda “Varlığı ve kendini kabullenmişliğin derin sükûneti var.” (Cevdet Karal, Sami Baydar’ın Çiçek Dünyaları’na Küçük Bir Yolculuk”, Virgül, sayı 4; Ocak 1998)Bunun bir sonucu da kendisine yapılacak bir ısrarı kabul etmemektir. Ona ve şiirine soru yöneltilemez. Okuduğum en ilginç söyleşilerden biri Sami Baydar’la yapılmış olanıdır. Söyleşide (Söyleşi: “Sami Baydar – Rüyalarsa, Dünyadan Çıkış Yolları”, Konuşan: Necmi Zekâ, Kitap-lık, sayı 76 (Ekim 2004)) soru soran Necmi Zekâ’yı duymuyor Baydar. Soru ne olursa olsun Baydar kafasındaki bütünlükten sırasıyla kopardığı parçaları anlatıyor. Sorular çekilse aradan, kalan yanıtlar toplamı bir otobiyografi olarak rahatça okunabilir. Diyalogdan uzak. Şiirinde anlatılan aşk da bir savaş ve karşıtlık ilişkisi değil, sevgiliyle aynı tarafta olmak üzerine kurgulanmıştır. Her ne kadar ona yönelik yoğun bir konuşma var gibi görünse de bu bir monolog. Tek başına bir konuşmanın özelliği şudur; bazı kısımlarda boşluklar olsa da olur, konuşmanın anlaşılıyor olup olmaması önemsizdir, zaman zaman sabuklamaya dönüşebilir şiir. Bu tarz şiiri belirleyen ne ideoloji, ne fikir ne de mevcut edebiyat algısıdır; şiiri şairin mizacı belirler. Bu mizaçsa sözcüğün tam anlamıyla bir bumeranga benziyor.
Görünür ve açık olmayan, yaşantıyla doldurulmak istenmiş, zorlukla girişilmiş fakat tamamlanmamış umutların kırılması olarak algılıyorum bu şiiri. “Ağır suçlar” şiiri mesela. Fiillerin ağırlığı var bu şiirde; çünkü suç, fiildir. Baydar, şiiri kurmuyor, şiire kendisini terk ediyor. Zihinsel bir modeli sessizce örmekle meşgul ve bu bütünlük içinde suçlu olmak veya olmamak o kadar da önemli sayılmaz. Aslında Baydar için önem veya önemsizlik, birtakım değer yargıları birbirine çok yakın durmaktadır. Bunun nedeni şairin, içinde insanlar gezinen bir evrenle ilgili olmayışıdır.
Bu evrende en önemli yeri bitkiler kaplamaktadır. Özgür olmayışı bitkinin kişiliğinde algılar:
“bütün yaprakların
özgürlüğe doğru taş kesildiğini.” (1996, 11)
Bitkiler aynı zamanda onun en önemli tanığıdır. Bitkiler, çiçekler, kaplumbağa gibi bazı ilkel hayvanlar. Kitabın adındaki “çiçek” bu anlamda sembolik bir değer taşıyor. Hayatının tümüne yayılmış bir tanıklık bu. Bitkilerin onu gördüğünü düşündürecek denli iddialı. Başta bahsettiğim görülme duygusuna paralel şekilde, nesnelere bile bakış atfediyor sanki. Çiçeğin imgeyle uyarılan bir retinası ve bunların ulaştığı bir beyin varmış gibi, Baydar onun yanındaki eylemlerini ahlâkîleştiriyor. Önemli bir nokta burası. Onun kendisini tam anlamıyla tek başına tahayyül etmesi olanaksız. Berger’in Görme Biçimleri’nde bahsettiği “kendisini hiç durmadan seyretmek zorunda” olan kadın gibi onun da zorunluluğu haline gelecektir, kendi imgesiyle birlikte dolaşmak.
“Odamın köşesindeki çiçek ağacına bakıyorum. Kollarını rasgele savuruyormuş gibi geniş, geniş yaylar çiziyor. İlkgençliğimden beri bu çiçeğin yanında soyunup giyiniyorum. Bedenimden sızan mürekkep beyaz resim kâğıtlarında şekil alırken onun kalp yapraklarının yanına benim çocuk-çıplak bedenimi yerleştirdi. O resimleri şimdi gördüğüm zaman çıplak bedenimin küçüklüğü ve duygularımın şiddetiyle sarsılıyorum. Belki bir kapı kapandı ve ben önünde bu çiçekle kaldım.” (2005, 25)
2005’ten sonra dergilerde şiir yayımladıysa bile ben takip edemedim. Ama kafamı hep meşgul etmiştir Baydar. Daha sert ve kalabalık bir şiir yazsaydı nasıl olur diye merak etmişimdir. Diyaloga açılsa nasıl olur diye de. Nicholas’ın Portresi melodrama kayacak kadar zayıflık, kırılganlık taşıyor. Sevgilinin elinde, edilgenlikten bile ötede onun tarafından ele geçirilmiş. “Beni yaratan sensen sevgili yok edecek misin yeniden?” (2005, 22) Dünya seviliyor; fakat dünyanın ele geçirilme isteği yok şiirde. Bu anlamda sevgilinin de şairin de cinsiyetsiz tasavvur edildiği söylenebilir. Hatta genel anlamda dünya nimetleri ile şair arasında çekişmeli ve gerilim dolu bir ilişki yoktur. Cinsellik yokluğundan bahsetmiyorum (var çünkü “burası kasıklarım yıldırımlar doğuyor”), şiirde ses anlamında şairin bir erkek sesini temsil etmediğinden bahsediyorum. Yorumlarımın salt spekülatif birer yorum olduğunu hatırlatarak sürdüreyim; arzu elbette var; fakat arzu da nesnelleştirilerek, belli bir öznenin arzusu olmaktan çıkarılıyor, keskinleştirilmiyor; sürekli etraftaki nesnelere atfedilen göz aracılığıyla kendisi tarafından gözetlenen birinin başka birine yönelecek arzusunun sınırlanacağı varsayılabilir; bunun sonucu da mesela kıskançlık gibi keskin duygular şiirde yer almıyor.
Şu anda, her nedense, onun teknolojiyle karışmış, kablolar çiçeklere dolanmış, bozulmuş bir doğa imgesini kurduğunu ve bunu yine monologlarla uzun uzun anlattığını düşünüyorum. O, şiirler yazıyor ve bize göstermiyor. Ya da başka biri olarak aramıza karıştığını hayal ediyorum.
“Eğer kıvrımlardan çatlamadıysa
Başımın altındaki yastık
Ayışığından kurumadıysa gitarım
Kabımdaki sütü içmediyse aslan” (1996, 64)

* Hece Dergisi, Şubat 2011. 

Sami Baydar... / Mehmet Güreli *

Pencereden bir ağacı mı seyrediyordu yoksa uykusunda mı bıraktı bizi. Son çizdiği portrenin de görünmez olmasını mı istiyordu? Uzakta durmayı seçmişti belki. Şiiriyle resmi arasında müthiş bir denge kurmuştu.

Rubens’ten, Velazquez’den söz ederken renkler uçsa da hayat sakin sakin akıyordu yaralar içinde.

Odada hiçbir şeyi abartmıyordu; meleklerin kendi aralarında konuşmalarına bizi de alıştırmıştı.

Yüreği çarparak yaratıyordu şiirleri, öyküleri, resimleri...

Labirentler, gizli kapılar, seçilmiş bir yalnızlığın büyüsü, sessizliğin en sahici çanları onda yaşıyordu.

Birer haiku güzelliğinde kanat çırpıyordu kelimeleri...

“Pencere” şiirinde şöyle sesleniyordu:

Pencereden bakıyordum
çocuklar oynuyordu
bir, iki kişi yürüyordu
bir çam ağacı
ve bir kız gördüm
Leonardo da Vinci
kitabı arasında
ezerek öldürdüğüm
kelebek.

Zaman zaman portreleri bize yazdıklarının ağırlığını gösteriyordu. Ressam oluşu onu görünür kılıyordu.

Bakıyordu bize; sonra Prag’ın sokaklarında kayboluyordu.

Hafifçe vuran aydınlık yana çekilir
Artık büyümez
İşte orada hepimizin geçeceği
ışıklar saçan gizli cam
bir meleğe tutunup düşmeyin gökten


Kafka’dan bir alıntıda gizli kapılardan geçişini şöyle anlatıyordu:

“Geceyarısından sonra, neredeyse tamamen boş bir kahvehaneye girerken, bir tanıdık beni gördü ve ‘seni aramıza almamızı istemiyor musun’ diye sordu.‘Hayır, istemiyorum’ dedim.”


1982 yılının aralık ayında çıkarmıştık Beyaz’ın ilk sayısını. Cihangir’de Ahmet SoysalTurgay Özen,Hakkı MısırlıoğluSerdar Işın’la birlikte uzun yürüyüşler, tartışmalar sonucu hazırlanıyordu dergi.

O zamanlar tanımıştım Sami Baydar’ı.

Birlikte az dolaşmadık sokaklarda.

Belki de insanı hiç şaşırtmayan yanı onun duruşuydu. Sahici bir şairin resmi, meleklerin temsilcisiydi.

Daha ilk günden,

Nasıl bilebilirim
hangi adımın
önce atılacağını
bir kırda?, 
der gibiydi. Ahmet Soysal’ın annesi, “Benim çok güzel bir portremi çizmişti” diyordu ondan söz ederken; gözleri parlıyordu.

Sen deniz üzerinde seyahat ediyorsun
aşk yorgun kürekçiler gibi
sen kürekçilerin devamlı kürek çekişlerine benziyorsun
ben onların esaretine
sen sana bakan gözlere benziyorsun keder içinde ıslak
mayıs gökyüzünde bir çakıp bir kayboluyor şimşek
orası gözlerin yağıyor yağmur

Sonra doğduğu yere, Merzifon’a gitti Sami Baydar.

Bir insanın gizli kapısı olmalı, geri dönüş bu olmalı hiç göstermemeli işte bu yaşama başladığını.

Bilinir yine de çoğunlukla güzelliğin aldatması beklenir yürek yine böylelikle alıkoyan borçları ödemektedir.

Sahici şairlerin öleceğine inanmaz kimse.

Bir kuş gibi yakalandım uçamıyorum
gönlümün dilediği yere.

Desen de sen deniz üzerindesin artık, rahat uyu dostum!


* Taraf Gazetesi, Trapez, 8 Kasım 2012. 
http://www.taraf.com.tr/mehmet-gureli/makale-sami-baydar.htm

DÜNYA ŞAİRİ / Necmiye Alpay *

Sami Baydar'ı, "Dünya İnancı" matbaadayken kaybettik. Bu onun toplu şiirler kitabı üstelik.

İlk şiir kitabı "Dünya Efendileri" 1987'de çıkmıştı. Yayımlanmış şiir ve öykü kitaplarından çoğunun yalnızca adlarında değil, içerdikleri metinlerde de 'dünya' vardır. Bu nahif (naif değil, nahif; Haydar Ergülen'in 'kâğıt inceliğinde' dediği) şairin bir numaralı motifidir 'dünya'.
İlk şiir kitabı "Dünya Efendileri"nden itibaren, Frantz Fanon'u selamlamaktan çok, esas olarak ağırlığını hissettiren 'ölüm' motifinin çağrıcısı olarak işlev görmektedir onda 'dünya'; Türkçe şiir ve edebiyatta bu anlamdaki egemenliğini onyıllardır devam ettiren 'hayat' motifine yarı somut bir karşılık gibidir.

Minimalizm ön planda

Genellikle geniş anlamdaki bir minimalizmle yazdı Sami Baydar 1996 tarihli "Çiçek Dünyalar" adlı kitabına kadar, 1980'lerin 'biz' özneli geçmiş zaman kipiyle yazılmış az çok dolgun dizeli şiirleri de vardı. Ancak zamanla dar anlamda minimalist bir yönde seyretti. Hem şiirlerinin ve dizelerinin kısalığıyla, hem de imgelerinin uçucu görünümleriyle, deyim yerindeyse yükte hafif pahada ağır şiirlere yöneldi. 'Dünya'lar arasında, hayal ve düşler de vardır. 2003 tarihli "Varla Yok Arasında" adlı kitabındaki "Hayal" adlı şiir şöyle başlar: "Dünyadaki/ günlerin hepsiydim./ Hayaller silikti./ Silinmiş/ rüyalar gibi." "Kumaş" adlı şiir, "Rüyadaki rüzgârlar"dan söz eder, onların "ilettiği sonsuzluktur":
"niçin uzaktır / rüyaların genişliği."

Tekinsiz boşluklar

"Varla Yok Arasında", biraz fazla mükemmel olmakla birlikte en etkileyici kitaplarından biridir. Her ne kadar şair kitaba bu adın yanlışlıkla konduğunu söylemişse de, onun özgül minimalizmine denk bir addır bu. "Dünya/ varla yok arasındaki": Kitabın üç bölümünden sonuncusundaki ilk şiir böyle biter ve başlattığı bölümün adı da "Dünya"dır...
Bu izlek ve duygu, Sami Baydar ile, ondan bir yıl önce kaybetttiğimiz Seyhan Erözçelik arasındaki ortak özelliklerden de birini oluşturuyor. İki şairi yan yana düşünmemek zor: Aynı yıl (1962'de) doğmuşlar, bir yıl arayla kaybettik onları. Erözçelik'in son kitaplarından biri de "Vâridik, Yoğidik" adını taşır (2006). İkisinin şiirleri bir bütün olarak alındığında birbirine benzemez ya da "Zenciler Birbirine", ne kadar benzerse onlar da o kadar benzer. İkisi de 'dil' dediğimiz şeyle süreç anlayışı içinde dertlenmişlerdir. Dilin bir idealden uzaklığı, hem yazıklandıkları bir süreçtir, hem de bir şiirsel uygulama. İzlek açısından, Sami Baydar'ın "Artık Babil Kulesi Yok" adlı şiiri nefistir. Şöyle başlar bu şiir: "Artık Babil Kulesi yok/ sözcükleri ele geçirecek/ kovanlarımız artık çıplak bahçelerde". Yukarıda andığım "Hayal" adlı şiir de, "Kelimeler vermedik/ birbirimize bilerek" der.
Belki de Sami Baydar'ın az sözcükle yazması 'birbirimize verdiğimiz' her sözcüğün yükünün alabildiğine artması arzusuyla ilgilidir. Ve 'dünya'ya böylesine sıkı sarılması, yitik olanın yarattığı boşluğun boyutlarını gösterme çabasıyla ilgili. Şiirleri okurken bunu alabildiğine hissederiz. Şairin bir yandan sözünde, bir yandan da kurduğu 'dünya'da bıraktığı boşluklar bize ayırdığı özgürlük alanlarıdır, bunun hazzını duyarız, ama uçurum boyutlarına varmaları ölçüsünde tekinsiz de gelir o boşluklar. "Dünya"nın fazlaca yinelendiği, şairin bize sırtını döndüğünü hissettiğimiz durumlarda özellikle tekinsiz.
Aynı zamanda ressamdır Sami Baydar. Şiirlerini andıran özelliklerle donanmış resimleri vardır, "Varla Yok Arasında" adlı kitabının 2003 tarihli ilk baskının kapağındaki gibi.


Milliyet Kitap, Aralık 2012.
http://www.milliyetsanat.com/kitap/sinema/Dunya_sairi/98/3

DÜNYADAN ÇIKIŞ YOLLARI / Zeynep Arkan *

Bu akşam formatlanmış bilgisayarımdan kurtarıp sıkıştırabildiğim dosya-belgelerin arasında tam bir buçuk yıl önce alınmış notlara rastladım. Temmuz 2006'da Ressam ve Şair Sami Baydar'ı ziyaret dönüşü aldığım notları buraya aktarsam iyi olur diye düşündüm. Metnin içeriğinde Amasya veya Merzifon'a dair bir şey yok ama onları ne kadar güzel bulduğumu ve sevdiğimi her şeyden önce ifade edeyim...
   
Rüyalarsa dünyadan çıkış yolları.”
                                                Sami Baydar

Güya dünyayı algılama yoluyla bütün eşyalardaki garipliliği daha kuvvetlice hissettim. Suskunlukta ve sonsuzlukta her eşya  güya bıçakla kesilmiş gibiydi, boşluğa, sınırsızlığa yerleştirilmiş, diğer eşyalardan ayrılmış olarak, Eşya daima sadece bizzat olduğundan dolayı var olmaya başlıyordu…Ben dünyadan, yaşamdan dışarı fırlatılmış ve sürekli olarak gözlerimin önünde akan fakat içinde kendimin rol almadığı  kaotik bir filmi seyrediyormuş duygusunu taşıyordum. İnsanlar bana bir rüyadaki gibi görünüyorlardı; ben onları kendi özel biçimlerinde ayırt edemiyordum.

Ortaköy'de bir kitapçıdan aldığım kitapta okuduğum bu pasaj bana Sami Baydar'ın o mısraını hatırlattı.

Mm Séchelaye tarafından kaydedilen, bir genç kıza ait bu hikâyede patalojik episod akışındaki izlenimleri bir bilinçle açığa çıkıyor. Bu bilinç çift ilişki içeren bir bilinç sanki. Normal ve patalojik olanla, bilinen ve yabancı olanla, tekil ve çoğulda ve nihayetinde günün dünyasında ve rüya âleminde.
Bu bilinç akışı içerisinde, insanın her iki durumdan birini tercih etmek “zorunda” kalışının bilincini koruduğu söylenemez. Rüyalardan hayata fırlatılmış veya yaşamdan rüyalara, hiç fark etmez. Edilgen bir varlık olarak sadece o “fırlatılmışlığı” idrak edebilir.

Yaşamdan dışarı fırlatılmışlık hissi nasıl bir şeydir? Bahsi geçen o kaotik filmin seyri esnasında bir role sahip olamamak… Bir rüyayı insanların arasında tamamlamak veya sürdürmek... Belki de sadece rüyalar yoluyla yaşadığını hissetmek gibidir.
 
Psikolojik olarak pek çok tanımlamaya sığacak bu haller bir şair için özgün bir üretim alanı olabilir. Elbette ki bu durumları tanımlayabildiği sürece.  Sadece tanımlamak da değil, ifade ederek çoğaltmak, değiştirmek ve sürdürmek adına emek verebilir şair.

Rüyalar, dünyadan çıkış yolları” derken Sami Baydar, yaşanamamış bir hayatın rüyalarla sürüp gittiğini, o âlemde bir anlamda tamamlandığını anlatmak istiyor gibi. Şiirlerinde de sıkça rastladığımız “dünya” imgesi birden fazla âlem arzusu ve bir anlamda hayatsızlığı çağrıştırmakta bana.

***

Sami Baydar şiirindeki sadelik ve duruluk ilk okunduğunda fazlasıyla düz anlatıma yaslanan metinlermiş hissi uyandırıyor. Fakat Sami Baydar şiirinde iç içe geçmiş gerçek ve hayal öylesine uyumlu ki nerdeyse tamamen biyografik verileri şeksiz şüphesiz kabul edebiliyoruz. Baydar’la tanıştığım gün, ilk defa bir şairi şiirinden önce tanımış oldum. Dergilerde en fazla iki şiirini gördüğüm bir şairi tanımak ve ondan sonra şiiri hakkında bir fikir edinmek de en sağlam yollardan biri galiba.

Sami Baydar'ın şiiri şairinden asla bağımsız düşünülemeyecek bir dünyayı yaşatıyor. Mesela Nicholas’ın Portresi kitabında “Nicholas’ın Portresi” adlı şiirinde (s.59)

Kitaplarım benim 
hep kayboldu. 
Portrelerim kayboldular. 

mısralarını dönüş yolunda okuyunca çarpıldım ve yanımdaki arkadaşıma işaret ettim. Çünkü ziyaretimiz boyunca Baydar bize sürekli kitaplarından veya tablolarından vermek istiyordu.

***

Daha sonra şairin her gün gittiği mekâna beraberce gittik ve orada otururken bize defterine yazdıklarını gösterdi. Hala defterine ve odasında dantel örtülü duran daktilosuna yazanlardan biri o.
     "senindir dünya güzelliği"

Öyle güzel susuyordu ki hiç konuşamaz sanırdınız ama konuşunca sustuğundan daha güzel konuşuyordu.
"Aptal Değilim Kendimden Çok Başkalarına Güveniyorum" adında bir resmi olan bir şair Sami Baydar.  Bizi nereye isterse oraya götürdü. Hatta ayrılırken dört yol ayrımındaydık ve elini uzatarak “Siz şurdan gidin” dedi “Ben buradan gideceğim”. Tam dört kişi, onun dediği tarafa yöneldik. Hızlı adımlarla ilerledi ve hiç arkasına bakmadı.

2008

http://zeyneparkan.blogspot.com/2013/01/dunyadan-cikis-yollari.html

Sami Baydar’ın saati / Hüseyin Diktaş *

İmkânlarını geniş bir biçimde kullandığı nesnelerin, hayvanların, zamanın, meleklerin, aşkın, gizliliğin dilini var olan dünyanın biçimlerini yadsıyarak başka bir dünya arzusunu düşleyerek yazmıştır Sami Baydar bu oluşturduğu dünya içinde birçok öyküyle etkileşim halindedir ancak bunu bir uzlaşamama bilinciyle yeni bir dünya tahayyülü çerçevesinde kurmayı seçmiştir.  Bunun büyük sıkıntısını ve gerilimini taşımıştır şiiri. İletişimsiz bir temas hali. Zamanın içinden bir zamansızlık kurmak, yoklukla, görünmeyenle ilgilenmek. Bu noktada Paul Klee’nin Modern Sanat Üzerine adlı kitabındaki “Şu andaki biçimi bakımından dünya, Mümkün olan tek dünya değildir.” Sözüyle kurulabilecek bir paralellik onun dilinin devamlılığını ve niteliğini sağlamıştır diyebilirim. Şiirlerinde bolca kullandığı resimsel imgeler kendisini bir eşzamanlılık içinde bir bütün halinde duyurur var olma zorunluluğu ve terk etme özlemi biçiminde. Bu durumun ters açısı ise Sami Baydar’ın kurduğu saat ile dünyaya hâkim olan zaman duygusu arasında bir senkronizasyonluğun mevcudiyeti. Onun dünyaya bakışı, uyuma ile bedensiz saf bir görmeyle başlamış ve bu rüya algısını sürdürmeyi seçmiş gibidir, ayrılmayı ya da başka bir kavuşmayı arzulayan göz kalan gövdede süresiz yankı kazanır Baydar’da. Sami Baydar’ın kurduğu yapının güçlüğü ulaşılmazlığı görmek ile tasavvur arasındaki bu marazi etkileşime borçlu bir dildir bir bakıma. Dilini biçimlendiren algı, dünyanın amansız görüntüleriyle sürekli bir itişme halinde olmasaydı Sami Baydar şiirinin benzersizliği gerçekleşmezdi.

Sami Baydar’ın bu hayattan ayrılışı da bir gizlilik içinde gerçekleşti, yokluğuyla renklerde, seslerde artık bir şeyler eksik kalsa da bıraktığı saat çalışmaya devam edecektir.


Hacı Şair Dergisi, Plaka 51, Kasım 2012 Yayınları, "Sami Baydar Anısına" bölümünden. 

Sami Baydar Öldü mü? / İsmail Aslan *

          İnsan yakınında olanın ya da olduğuna inandığının ölümüne eğilemiyor. O, “ölmek” dışında her şey olabilir; ama ölemez gibi. Sanırım bu yüzden ölüm bende yaşamdan daha da anlamsız. Günlerdir Sami Baydar’ın ölümüne dair ne söyleyebilirim diye düşünüyorum. Bir sessizliğe nasıl başlayabilir insan, diye sormak daha yerindedir belki. Dahası ölmüş olanı yaşadıklarıyla anlatmaya çalışmanın ona haksızlık olduğunu düşünüyorum. İnsanı ölümüyle kavramak yaşamdan yola çıkarak ulaşılabilecek bir şey değil. Bu noktada sessizliğe inanıyorum. Zamanın sağaltıcı tarafı sessizlikten daha güçlü olmasa gerek. Belki hiçbir kitapta da “Çiçek Dünyalar” kitabıyla olduğum kadar sessiz değildim. 7 yıl olmuş. 7 yıl evvel kitabı elime nasıl bir merakla almışsam hala aynı merakla açıyor ve birkaç şiir okuyup kapatıyorum. “Varla Yok Arasında” ve “Nicholas’ın Portresi” kitaplarıyla da hep aynı dinginlikle kendini okutan şiirlere kapıyı aralamıştım.

           Sami Baydar’ın ölüm haberini ölümünden iki gün sonra aldım. Gariplik; ölüm haberinin iki gün gecikmeli olarak bana ulaşmasının, yaşamıyla sessizliğe inanmış olduğunu düşündüğüm bu büyük şairin ölümüyle de aynı sessizliği devam ettirdiği duygusuna kapılmış olmamdaydı. Etrafımda onu bilen kimseler yoktu; fakat bu haberi aldığımda aynı masada oturduğum arkadaşlara sorduğum soru şuydu: Sami Baydar öldü mü? Onların kayıtsızlığıyla bir başka konuya geçmemiz sanırım iki dakika sürmedi:

“yaşam iki dakika içinde 
anlamadığım şeyleri yok edecek.”



Uzun Tamam


                                                             Sami Baydar’ın Sessiz Anısına


Hangi açıdan devrilecek bir ağaç
Bir ağaç sevgilinin ellerinden daha yumuşadı
Ben daha katı yürüdüm omuzlarım belli bir açıda

Çünkü berberler saçları keserken
Saç sessizce düşer omuzlardan
Öyle düştüm alnım çatlamışsa hata
Benim şu defterden yazdığım son cümledeydi:

Seni nasıl sevdiğimi bilsen
geçip bir köşede utanırsın

Utanıp sarı kapaklı bir kitabın çiçeğine su verirsin
Böyle devrildi her şey
Her şey devrildiğinde müziğin altında kalmıştım

Sanırım yine de, sessizliği temiz tutmalı.


Hacı Şair Dergisi, Plaka 51, Kasım 2012 Yayınları, "Sami Baydar Anısına" bölümünden.