Dünya
içinde dünyanın bir karşıtı gibi durmak Baydar'ın şiirinde
trajediye dönüşmüyor. Bu şiirde trajedi de, çığlık da yok.
Varlığı ve kendini kabullenmişliğin derin sükûneti var. Şair
dünyaya ilişkin gözlem ve bilincinin onu dönüştürecek bir şey
olmadığının da farkındadır.
Sami
Baydar, daha ilk kitabı Dünya Efendileri ile özgün bir şiirin
ipuçlarını veriyordu okura. Fatih'te, bir binanın ikinci katında
rastgele karşıma çıkan bir kitapçının tozlu raflarında
karşılaştığım Dünya
Efendileri,
ayaküstü göz gezdirdiğim birkaç şiiriyle ilgimi çekmişti.
Kimi sayfaları ters (hatalı) basılmış o kitap, yaklaşık on yıl
öncesinin şiir ortamında yadırgatıcı, şaşırtıcı bir sesi
imliyordu. Geçen zaman içinde, bende adlandıramadığım bir
farklılık duygusu uyandıran bu şiirin izini sürmeye çalıştım.
Sami Baydar'ın ikinci ve üçüncü şiir kitapları Yeşil Alev ve
Dünya
Bana Aynısını Anlatacak,
ilk kitabın uyandırdığı duyguların karşılıksız olmadığını,
şairin sadık kaldığı bir duyarlılığı ısrarla sürdürdüğü
kanısını uyandırmıştı bende. Şimdi Çiçek Dünyalar'ı
birçok kere ard arda okurken Baydar'ın kendi içinde bütünlüklü
bir dünya kurduğunu, özgünlüğünü de bu bütünlüklü
dünyadan aldığını anlıyorum.
"Dünya"
kavramsal olarak da Sami Baydar dünyasının yönelimleri hakkında
bizim için bir işaret. Biri hariç (Yeşil
Alev)
öykü ve şiir kitaplarının hep dünya'lı adlar taşıması bir
tesadüf olmasa gerek. "Dünya" Sami Baydar'ın yazınsal
veriminde bir yandan karşıtını, ötekini, maddi olmayanı
imlerken öte yandan bu dünya içinde kendi dünyasını, kendi var
oluşunun özgünlüğünü de vurguluyor. Bu dünyanın bir parçası
olmamanın imkânsızlığı karşısında sanatı kişisel bir
dünyaya dönüştürmenin pratiği... Baydar'ın şiiri için genel
anlamda bunu söyleyebiliriz.
Şair
dünyanın bir parçası olmaktan hoşnut mudur? Hayır. Ama dünyadan
kopamamanın derin kabullenmişliği içindedir. Bu bir kendine
yabancılaşma durumu değildir. Tam aksine, varlığı yadırganan
bir dünyada yaşantılarla, gözlenen doğayla kendini kavramanın
bilincidir. Sanatçı için doğaldır bu: Dünyadaki var oluşu
yabancı bir gezegene fırlatılmış birinin var oluşudur. Ve
sanatçı bunun bilincinde olduğu oranda, varlığı özgün bir
bakış açısıyla algılayacak ve onu dönüştürecektir. Bu
durum, genelde bir çatışmanın sahnelendiği ve sanatçının
trajik olanı merkezileştirdiği durumdur. Sanırım Sami Baydar'ı
özgün kılan, yapıtını değişik okumalara açık kılan da bu
noktadaki tavrının farklılığıdır. Dünya içinde dünyanın
bir karşıtı gibi durmak Sami Baydar'ın şiirinde trajediye
dönüşmüyor. Bu şiirde trajedi de, çığlık da yok. Varlığı
ve kendini kabullenmişliğin derin sükûneti var. Şair dünyaya
ilişkin gözlem ve bilincinin onu dönüştürecek bir şey
olmadığının da farkındadır çünkü. Bu yüzden Aşk adlı
şiirinin girişinde "Ben,
kaplumbağaların çıldırmasında/ işe yaramaz kanıtların
sahibiyim."
der. Ama başka bir şiirde sanatsal dönüşümün, dünyanın
dönüşümünde etkin bir faktör olmasa da şairin kendisi için ne
denli önem taşıdığını görüyoruz. "Hep beyaz kağıtlara
bakayım/ başka şeylerin korkusunu yok etsin/ onları doldurmak."
Şairin evrende kendini yapayalnız hissettiğini, dünyaya ilişkin
hesapların hep yanlış hesaplar olduğunu dile getirdiği ve o
nefis "kar
yükseliyor gözkapaklarına/ kış uykusuna hazır mısın."
dizelerinin girişinde yer aldığı Ağaç Kovuğu şiiridir bu.
Sami Baydar için yazmanın (ve belki de resim yapmanın) ne anlama
geldiğini bize duyuran bu şiirde ard arda parantezlere
başvurulmasının da bir anlamı olmalı. Şairin dünya içinde bir
dünya olan, bu yüzden de dünyanın bir metaforu olarak
algılayabileceğimiz ev içindeki yalnızlığı, o yalnızlığın
yarattığı tedirginlik karşısında varlığını almak istediği
parantezlerdir bunlar. Yani bu dünyada açılmış ve kapanmış bir
parantez olarak yazmak, sanatçı için bir güvenlik bölgesi
yaratmak demektir. Yaşamın içindeki bu parantez, saflığın,
kendiliğindenliğin, toyluğun da anlam kazandığı alandır.
"Bütün rüyalar gözlerinize benim dizelerimi yazıyor/
Ağlayan arınıyor ruhunun derinliğinden" (Çürümüş
Gün...) derken şair okurunu da bu alanın içine çekiyor. Parantez
metaforu burada da, dönüşmüş olarak karşımıza çıkar: Çünkü
uyku da, sürüp giden gündelik yaşam içinde açılıp kapanan bir
parantez gibidir.
Okurla
kurulan iletişimin -ki aşağıda göreceğimiz gibi bu bir
sevgiliye konuşmanın dolayımından geçen bir iletişimdir- yanı
sıra ötekiyle, yalın anlamda insanla kurulan bir bağ var Sami
Baydar'ın Çiçek
Dünyalar'ında.
Ama bu öteki için bir tanım getirilmiştir. Bu tanım, Sonuç
şiirinde "Bir daha gözlerinle bilgileme yüreğimi, seni
kırmamak için/ küçük çıbanlar çıkar göğün yanağında./
Aya sana bakar gibi bakar bir çocuk geceyarısı/ inanır
yaptıklarının doğruluğuna, aşka" dizelerinden hemen sonra
gelir: "Ben
yalnız onunla paylaşabileceğim artık yaşadıklarımı/ bu hayat
farkı kıldı onu da."
Şair her ne kadar başka bir yerde "berraklık da belirsizlik
kadar güzeldir" dese de, burada sözü edilen çocuğun şairin
kendisine bir gönderme mi, yoksa başka bir şey, yalnız bir imge
mi olduğu belirsiz kalıyor. Şairin iletişimde kendi benzerine
yöneldiğini kesinleyebiliyoruz ama bu yönelmenin özünde kendi
beninin katmanlarına doğru bir yolculuk olup olmadığı yeterince
berrak değil. Sami Baydar şiirinde, özellikle Çiçek Dünyalar'da
ev ve vücut dikkat çeken kavramlardan. Sanki vücut, ev, dünya iç
içe geçmiş gibi. Vücut insan varlığının/ruhun bu dünyadaki
evidir. Bildiğimiz, gündelik anlamında "ev" kendimizi en
çok güvende hissettiğimiz, tümüyle bize ait bir yaşam alanıdır.
Vücuttan eve, evden dünyaya yaşam çemberi genişledikçe huzur ve
mutluluğun yerini tedirginlik ve mutsuzluk alır. Kendiyle barışık
olan varlık, açıldıkça bir çatışma alanının içine girer.
Belki iddialı bir yorum olacak ama, çocukluk yaşantılarının bir
imgesi olarak, ev içinde babanın varlığı bir tehlike ve incinme
unsuru olarak yer alır. Özellikle şu dizelerde: "Kedi
düşündü/ ben düşündüm/ kara ayılar gibi geçtim babamın
yanından/ ikiye biçilmiş bir fincan gibi/ tehlikeyi bilmekten
değil/ şeker atıp karıştırmadıkları için çayı/
dökemiyordum yere." Başka
bir yerdeyse anneden, varlığa ilişkin bazı şeylerin ödünç
alındığı kişi olarak söz edilir. Anne ve baba figürü, varlığı
tehdit eden unsur ve varlığın borçluluğu olarak ayrılır
birbirinden.
Kişi
olarak sevgili de Sami Baydar'ın dünyasında çok önemli bir yere
sahip. Her şiir bir sevgiliye söylenmiş gibi... Bu sevgili bazen
ayrılınmış bir eş, bazen aşka karşılık vermeyen kişi olarak
ama her durumda şairin kendisine konuştuğu bir varlıktır.
Sanırım bu, kitap boyunca söyleyişteki ton ve edanın bir
devamlılık arzetmesine bir açıklık getirir. Şaire en yalın ama
o ölçüde de çarpıcı ve özgün imgeleri yarattıran da bu
sevgilidir. Hem Sami Baydar'ın şiirinde ulaştığı özgünlüğün
hem de sevgiliye bakışının eşsiz örneği olarak şu dizeleri
anmak isterim: "Ve senin gözlerinin içinde hizmetçiler/ bir
an olsun bırakmak isterler ütülerini."
Özgünlük
dedik.
Sanırım bu yazıda altı en çok çizilmesi gereken kelime.
Gerçekten de Türk şiiri içinde bu denli yalın, kendi
sesinden/şiirinden bu denli hoşnut başka bir şiirin örneğini
bulmak zor. Sami Baydar bunu yaparken farklılığının altını
çizmiyor, farklılığı bir jeste dönüştürmüyor. Doğallıkla,
sanki farkında değilmiş gibi yapıyor bunu. Ve imgelerinin, imaj
dünyasının, resimle yakın ilişkide olan başka şairlerde de
örneğini gördüğümüz betimlemelerinin özgünlüğü okuru
tekrar tekrar okumalara yöneltiyor. İçerik, şiirin biçiminden
taşıyor. İmge o kadar önde ve başat bir öğe ki onun dile geliş
biçimi, önemini yitiriyor. Bu bağlamda Blue şiirindeki şu
dizenin altını çizmek gerekir: "artık sözcükleri doldurmuş
bir yaşantım var".
Çağdaş
Türk şiiri bağlamında Sami Baydar'ı nereye yerleştirebiliriz?
Eğer şiirin asıl ilişkisi kendinden önce yazılmış şiirlerle
kurduğu ilişki ise, şair aslında okurla değil de öteki
şairlerle konuşuyorsa yanıtı önemli bir soru bu. Kitap boyunca
dünya şiirine açık ya da örtük kimi göndermelerin olduğunu
görüyoruz. Örneğin Nerval. Çağdaş Türk şiirinden ise Behçet
Necatigil'in adı geçer. Auriculas şiirinde... Yıldız ve çiçek,
ay ışığı ve deniz imgeleri etrafında gelişen bir şiirdir bu.
"Bir
aslangülü, kırmızı çizgili/ çiçek olduğunu sanmayın,
yıldız./ Bir parszambağı, Behçet Necatigil/ Çevirisi, kömür
değilse bile yıldız./ Bir kumzambağı, kadın şairler
kopartırlar/ Bir daha ölmeyeceklerine inandırırlar onları."
Bütünü dikkate alındığında kitabın ve hatta Sami Baydar'ın
şiiri için genel bir izlenim verecek nitelikte ve netlikte bir
şiirdir Auriculas. Çocukluk yaşantıları, hep kırılacakmış
gibi duran bir duyarlılık, aşk ve incinme, ölüm gibi temaların
iç içe girdiği, şairin dünyasını aralamayı mümkün kılan
bir şiir... Doğaldır ki böyle bir bağlamda "Behçet
Necatigil Çevirisi" bir dünyanın, akraba bir dünyanın
imlenmesidir.
Benzer
bir akrabalık, açık bir gönderme olmasa da, özellikle son dönem
şiirleri düşünüldüğünde Oktay Rifat için de geçerli. Sanki
Sami Baydar, bu iki şairin dünyasından uç verir gibi. Açık ve
net bir iddia olarak öne çıkaramıyorum bunu. Çünkü sözünü
ettiğimiz iki ustanın da biçime ne denli önem verdiğini
biliyoruz. Sami Baydar'sa sanki söyleyecek şeylerinin çokluğundan
biçimi arka plana itiyor, yer yer ihmal ediyor. İmgelerin özgünlüğü
bağlamında başka bir akrabalık, daha doğrusu akranlık,
özellikle Yeis ile Tabanca düşünüldüğünde Seyhan Erözçelik
için de geçerli... Ama burada da aynı ayırım karşımıza
çıkıyor. Çünkü Erözçelik de biçime düşkün, sözünü
zaptetmek, sınırlamak isteyen bir şair.
Biçimin
ihmal edilişi, şiiri dize dize değil de bir imajlar örüntüsü
olarak kurmak Sami Baydar'ın şiiri için bir problem midir? Burada
bir paradoksla karşı karşıyayız. Çünkü sözkonusu şiirin
özgünlüğü de zaafı da burada karşımıza çıkıyor. Zaaf
diyorum, şunun için. Yer yer matematiği iyi kurulmamış, daha
doğrusu bunu kendine problem edinmemiş bir şiir var karşımızda.
Ama bir şairi tek başına anmaya değer güç ve özgünlükteki
imgeler de bu zaaf atmosferinde doğuyor: "Güzel
ayakların sessizliğin derinliğinde/ ve ben bir gölüm hatırladın
mı?"
Burada,
Sami Baydar'ın şiiri için başlı başına birer yazı konusu
olabilecek bazı izleklere, bu şiirde süreklilik gösteren
unsurlara da değinmek gerekir. Yukarıda alıntıladığım
dizelerdeki göl imgesinin de çağrıştırdığı, kitap boyunca
birçok yerde doğrudan ya da dolayımlı olarak karşımıza çıkan
rüya ve uyku... Bunun yanında "anı" da, başka türlü
bir bakış için geniş açılımlar sağlayacak kavramlardan biri.
Ama ben burada sadece rüya ve uyku üzerinde kısaca durmak
istiyorum. Bu yer yer değindiğim biçim problemine başka türlü
bakmamızı sağlayabilecek bir konu. Çünkü biçim, şiirsel
bilinçle doğrudan ilintilidir. Sami Baydar şiirinde bilinci
dışarda bırakan imge örüntüsü, sanki sürekli düş içinde
olan bir zihnin ürünüdür. İmajlar, düş halindeki bu zihnin
anlık fotoğraflarıdır. Okurun şiiri anlama çabası, bu bağlamda
an'ın belirleyici olduğu resim'i anlama çabasından farklı
değildir. Ama her tablo tek tek an'ları sonsuzlaştırırken Sami
Baydar'ın şiiri zaman zaman iç içe geçmiş, zaman zaman da
birbirine eklemlenmiş an'ların imgelerinden oluşur. Yani yine de
bir devingenlik sözkonusudur. Şiirin kuruluşu, buna şiirin doğuşu
demek belki de daha doğru, gündelik anlamda bilinci dışarda
bırakırken doğal olarak dil de gramerden soyutlanıyor. Hatta yer
yer söyleyiş, yarı uykulu bir "bilincin" sayıklamalarına
dönüşüyor. Zihnin gündelik olandan bu soyutlanışı, şaire çok
ender bir durumu armağan ediyor. Nedir bu durum? "İnsanın
alışık olmadığı şeylerden biri" yani "öz olmak".
Yani yarı düş hali şair bilincinin öz olma durumudur.
"Yıldızları görmekten geliyorum/ hiç bilinmeyen bir yoldan
değil/ hiç yaşamamış olmamdan/ aldığım bir ödüldür bu."
(Çiçek Sepeti'nden) Bu dizelerin de gösterdiği gibi, yaşamdan
kopukluğun armağanı olarak görülür. Şairin kurduğu ya da
kendi kendini doğuran dil, bir çeşit dilsizliktir. Yukarda
değindiğim paradoks, şiirin gücünü ve zaafını yaratan biçim
sorunu sanırım anlamlı bir bağlama yerleşiyor artık.
Sonuç
olarak şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Sami Baydar, özgünlüğü
karşısında kayıtsız kalınamayacak bir şair. Şiiriyle okura
kendine yeterli, kendini bütünlemiş bir imajlar dünyası sunuyor.
Benim bu yazıda yapmaya çalıştığım, içine girebildiğim
ölçüde bu dünyaya küçük bir yolculuk. Ama Çiçek
Dünyalar
daha derinlikli, daha oylumlu bakışları, irdelemeleri bekliyor.
"Ben
karatahtaya hiç ay çizmedim ki/ onun gözyaşları olsun boğsun
beni geceleri"
diyen, diyebilen bir şair için haklı bir beklentidir bu.
* VİRGÜL 4, Ocak 1998, s. 9-11
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder