5 Ekim 2013 Cumartesi

Sami Baydar'ın Çiçek Dünyaları'na küçük bir yolculuk / Cevdet Karal *

Dünya içinde dünyanın bir karşıtı gibi durmak Baydar'ın şiirinde trajediye dönüşmüyor. Bu şiirde trajedi de, çığlık da yok. Varlığı ve kendini kabullenmişliğin derin sükûneti var. Şair dünyaya ilişkin gözlem ve bilincinin onu dönüştürecek bir şey olmadığının da farkındadır.
Sami Baydar, daha ilk kitabı Dünya Efendileri ile özgün bir şiirin ipuçlarını veriyordu okura. Fatih'te, bir binanın ikinci katında rastgele karşıma çıkan bir kitapçının tozlu raflarında karşılaştığım Dünya Efendileri, ayaküstü göz gezdirdiğim birkaç şiiriyle ilgimi çekmişti. Kimi sayfaları ters (hatalı) basılmış o kitap, yaklaşık on yıl öncesinin şiir ortamında yadırgatıcı, şaşırtıcı bir sesi imliyordu. Geçen zaman içinde, bende adlandıramadığım bir farklılık duygusu uyandıran bu şiirin izini sürmeye çalıştım. Sami Baydar'ın ikinci ve üçüncü şiir kitapları Yeşil Alev ve Dünya Bana Aynısını Anlatacak, ilk kitabın uyandırdığı duyguların karşılıksız olmadığını, şairin sadık kaldığı bir duyarlılığı ısrarla sürdürdüğü kanısını uyandırmıştı bende. Şimdi Çiçek Dünyalar'ı birçok kere ard arda okurken Baydar'ın kendi içinde bütünlüklü bir dünya kurduğunu, özgünlüğünü de bu bütünlüklü dünyadan aldığını anlıyorum.
"Dünya" kavramsal olarak da Sami Baydar dünyasının yönelimleri hakkında bizim için bir işaret. Biri hariç (Yeşil Alev) öykü ve şiir kitaplarının hep dünya'lı adlar taşıması bir tesadüf olmasa gerek. "Dünya" Sami Baydar'ın yazınsal veriminde bir yandan karşıtını, ötekini, maddi olmayanı imlerken öte yandan bu dünya içinde kendi dünyasını, kendi var oluşunun özgünlüğünü de vurguluyor. Bu dünyanın bir parçası olmamanın imkânsızlığı karşısında sanatı kişisel bir dünyaya dönüştürmenin pratiği... Baydar'ın şiiri için genel anlamda bunu söyleyebiliriz.
Şair dünyanın bir parçası olmaktan hoşnut mudur? Hayır. Ama dünyadan kopamamanın derin kabullenmişliği içindedir. Bu bir kendine yabancılaşma durumu değildir. Tam aksine, varlığı yadırganan bir dünyada yaşantılarla, gözlenen doğayla kendini kavramanın bilincidir. Sanatçı için doğaldır bu: Dünyadaki var oluşu yabancı bir gezegene fırlatılmış birinin var oluşudur. Ve sanatçı bunun bilincinde olduğu oranda, varlığı özgün bir bakış açısıyla algılayacak ve onu dönüştürecektir. Bu durum, genelde bir çatışmanın sahnelendiği ve sanatçının trajik olanı merkezileştirdiği durumdur. Sanırım Sami Baydar'ı özgün kılan, yapıtını değişik okumalara açık kılan da bu noktadaki tavrının farklılığıdır. Dünya içinde dünyanın bir karşıtı gibi durmak Sami Baydar'ın şiirinde trajediye dönüşmüyor. Bu şiirde trajedi de, çığlık da yok. Varlığı ve kendini kabullenmişliğin derin sükûneti var. Şair dünyaya ilişkin gözlem ve bilincinin onu dönüştürecek bir şey olmadığının da farkındadır çünkü. Bu yüzden Aşk adlı şiirinin girişinde "Ben, kaplumbağaların çıldırmasında/ işe yaramaz kanıtların sahibiyim." der. Ama başka bir şiirde sanatsal dönüşümün, dünyanın dönüşümünde etkin bir faktör olmasa da şairin kendisi için ne denli önem taşıdığını görüyoruz. "Hep beyaz kağıtlara bakayım/ başka şeylerin korkusunu yok etsin/ onları doldurmak." Şairin evrende kendini yapayalnız hissettiğini, dünyaya ilişkin hesapların hep yanlış hesaplar olduğunu dile getirdiği ve o nefis "kar yükseliyor gözkapaklarına/ kış uykusuna hazır mısın." dizelerinin girişinde yer aldığı Ağaç Kovuğu şiiridir bu. Sami Baydar için yazmanın (ve belki de resim yapmanın) ne anlama geldiğini bize duyuran bu şiirde ard arda parantezlere başvurulmasının da bir anlamı olmalı. Şairin dünya içinde bir dünya olan, bu yüzden de dünyanın bir metaforu olarak algılayabileceğimiz ev içindeki yalnızlığı, o yalnızlığın yarattığı tedirginlik karşısında varlığını almak istediği parantezlerdir bunlar. Yani bu dünyada açılmış ve kapanmış bir parantez olarak yazmak, sanatçı için bir güvenlik bölgesi yaratmak demektir. Yaşamın içindeki bu parantez, saflığın, kendiliğindenliğin, toyluğun da anlam kazandığı alandır. "Bütün rüyalar gözlerinize benim dizelerimi yazıyor/ Ağlayan arınıyor ruhunun derinliğinden" (Çürümüş Gün...) derken şair okurunu da bu alanın içine çekiyor. Parantez metaforu burada da, dönüşmüş olarak karşımıza çıkar: Çünkü uyku da, sürüp giden gündelik yaşam içinde açılıp kapanan bir parantez gibidir.
Okurla kurulan iletişimin -ki aşağıda göreceğimiz gibi bu bir sevgiliye konuşmanın dolayımından geçen bir iletişimdir- yanı sıra ötekiyle, yalın anlamda insanla kurulan bir bağ var Sami Baydar'ın Çiçek Dünyalar'ında. Ama bu öteki için bir tanım getirilmiştir. Bu tanım, Sonuç şiirinde "Bir daha gözlerinle bilgileme yüreğimi, seni kırmamak için/ küçük çıbanlar çıkar göğün yanağında./ Aya sana bakar gibi bakar bir çocuk geceyarısı/ inanır yaptıklarının doğruluğuna, aşka" dizelerinden hemen sonra gelir: "Ben yalnız onunla paylaşabileceğim artık yaşadıklarımı/ bu hayat farkı kıldı onu da." Şair her ne kadar başka bir yerde "berraklık da belirsizlik kadar güzeldir" dese de, burada sözü edilen çocuğun şairin kendisine bir gönderme mi, yoksa başka bir şey, yalnız bir imge mi olduğu belirsiz kalıyor. Şairin iletişimde kendi benzerine yöneldiğini kesinleyebiliyoruz ama bu yönelmenin özünde kendi beninin katmanlarına doğru bir yolculuk olup olmadığı yeterince berrak değil. Sami Baydar şiirinde, özellikle Çiçek Dünyalar'da ev ve vücut dikkat çeken kavramlardan. Sanki vücut, ev, dünya iç içe geçmiş gibi. Vücut insan varlığının/ruhun bu dünyadaki evidir. Bildiğimiz, gündelik anlamında "ev" kendimizi en çok güvende hissettiğimiz, tümüyle bize ait bir yaşam alanıdır. Vücuttan eve, evden dünyaya yaşam çemberi genişledikçe huzur ve mutluluğun yerini tedirginlik ve mutsuzluk alır. Kendiyle barışık olan varlık, açıldıkça bir çatışma alanının içine girer. Belki iddialı bir yorum olacak ama, çocukluk yaşantılarının bir imgesi olarak, ev içinde babanın varlığı bir tehlike ve incinme unsuru olarak yer alır. Özellikle şu dizelerde: "Kedi düşündü/ ben düşündüm/ kara ayılar gibi geçtim babamın yanından/ ikiye biçilmiş bir fincan gibi/ tehlikeyi bilmekten değil/ şeker atıp karıştırmadıkları için çayı/ dökemiyordum yere." Başka bir yerdeyse anneden, varlığa ilişkin bazı şeylerin ödünç alındığı kişi olarak söz edilir. Anne ve baba figürü, varlığı tehdit eden unsur ve varlığın borçluluğu olarak ayrılır birbirinden.
Kişi olarak sevgili de Sami Baydar'ın dünyasında çok önemli bir yere sahip. Her şiir bir sevgiliye söylenmiş gibi... Bu sevgili bazen ayrılınmış bir eş, bazen aşka karşılık vermeyen kişi olarak ama her durumda şairin kendisine konuştuğu bir varlıktır. Sanırım bu, kitap boyunca söyleyişteki ton ve edanın bir devamlılık arzetmesine bir açıklık getirir. Şaire en yalın ama o ölçüde de çarpıcı ve özgün imgeleri yarattıran da bu sevgilidir. Hem Sami Baydar'ın şiirinde ulaştığı özgünlüğün hem de sevgiliye bakışının eşsiz örneği olarak şu dizeleri anmak isterim: "Ve senin gözlerinin içinde hizmetçiler/ bir an olsun bırakmak isterler ütülerini."
Özgünlük dedik. Sanırım bu yazıda altı en çok çizilmesi gereken kelime. Gerçekten de Türk şiiri içinde bu denli yalın, kendi sesinden/şiirinden bu denli hoşnut başka bir şiirin örneğini bulmak zor. Sami Baydar bunu yaparken farklılığının altını çizmiyor, farklılığı bir jeste dönüştürmüyor. Doğallıkla, sanki farkında değilmiş gibi yapıyor bunu. Ve imgelerinin, imaj dünyasının, resimle yakın ilişkide olan başka şairlerde de örneğini gördüğümüz betimlemelerinin özgünlüğü okuru tekrar tekrar okumalara yöneltiyor. İçerik, şiirin biçiminden taşıyor. İmge o kadar önde ve başat bir öğe ki onun dile geliş biçimi, önemini yitiriyor. Bu bağlamda Blue şiirindeki şu dizenin altını çizmek gerekir: "artık sözcükleri doldurmuş bir yaşantım var".
Çağdaş Türk şiiri bağlamında Sami Baydar'ı nereye yerleştirebiliriz? Eğer şiirin asıl ilişkisi kendinden önce yazılmış şiirlerle kurduğu ilişki ise, şair aslında okurla değil de öteki şairlerle konuşuyorsa yanıtı önemli bir soru bu. Kitap boyunca dünya şiirine açık ya da örtük kimi göndermelerin olduğunu görüyoruz. Örneğin Nerval. Çağdaş Türk şiirinden ise Behçet Necatigil'in adı geçer. Auriculas şiirinde... Yıldız ve çiçek, ay ışığı ve deniz imgeleri etrafında gelişen bir şiirdir bu. "Bir aslangülü, kırmızı çizgili/ çiçek olduğunu sanmayın, yıldız./ Bir parszambağı, Behçet Necatigil/ Çevirisi, kömür değilse bile yıldız./ Bir kumzambağı, kadın şairler kopartırlar/ Bir daha ölmeyeceklerine inandırırlar onları." Bütünü dikkate alındığında kitabın ve hatta Sami Baydar'ın şiiri için genel bir izlenim verecek nitelikte ve netlikte bir şiirdir Auriculas. Çocukluk yaşantıları, hep kırılacakmış gibi duran bir duyarlılık, aşk ve incinme, ölüm gibi temaların iç içe girdiği, şairin dünyasını aralamayı mümkün kılan bir şiir... Doğaldır ki böyle bir bağlamda "Behçet Necatigil Çevirisi" bir dünyanın, akraba bir dünyanın imlenmesidir.
Benzer bir akrabalık, açık bir gönderme olmasa da, özellikle son dönem şiirleri düşünüldüğünde Oktay Rifat için de geçerli. Sanki Sami Baydar, bu iki şairin dünyasından uç verir gibi. Açık ve net bir iddia olarak öne çıkaramıyorum bunu. Çünkü sözünü ettiğimiz iki ustanın da biçime ne denli önem verdiğini biliyoruz. Sami Baydar'sa sanki söyleyecek şeylerinin çokluğundan biçimi arka plana itiyor, yer yer ihmal ediyor. İmgelerin özgünlüğü bağlamında başka bir akrabalık, daha doğrusu akranlık, özellikle Yeis ile Tabanca düşünüldüğünde Seyhan Erözçelik için de geçerli... Ama burada da aynı ayırım karşımıza çıkıyor. Çünkü Erözçelik de biçime düşkün, sözünü zaptetmek, sınırlamak isteyen bir şair.
Biçimin ihmal edilişi, şiiri dize dize değil de bir imajlar örüntüsü olarak kurmak Sami Baydar'ın şiiri için bir problem midir? Burada bir paradoksla karşı karşıyayız. Çünkü sözkonusu şiirin özgünlüğü de zaafı da burada karşımıza çıkıyor. Zaaf diyorum, şunun için. Yer yer matematiği iyi kurulmamış, daha doğrusu bunu kendine problem edinmemiş bir şiir var karşımızda. Ama bir şairi tek başına anmaya değer güç ve özgünlükteki imgeler de bu zaaf atmosferinde doğuyor: "Güzel ayakların sessizliğin derinliğinde/ ve ben bir gölüm hatırladın mı?"
Burada, Sami Baydar'ın şiiri için başlı başına birer yazı konusu olabilecek bazı izleklere, bu şiirde süreklilik gösteren unsurlara da değinmek gerekir. Yukarıda alıntıladığım dizelerdeki göl imgesinin de çağrıştırdığı, kitap boyunca birçok yerde doğrudan ya da dolayımlı olarak karşımıza çıkan rüya ve uyku... Bunun yanında "anı" da, başka türlü bir bakış için geniş açılımlar sağlayacak kavramlardan biri. Ama ben burada sadece rüya ve uyku üzerinde kısaca durmak istiyorum. Bu yer yer değindiğim biçim problemine başka türlü bakmamızı sağlayabilecek bir konu. Çünkü biçim, şiirsel bilinçle doğrudan ilintilidir. Sami Baydar şiirinde bilinci dışarda bırakan imge örüntüsü, sanki sürekli düş içinde olan bir zihnin ürünüdür. İmajlar, düş halindeki bu zihnin anlık fotoğraflarıdır. Okurun şiiri anlama çabası, bu bağlamda an'ın belirleyici olduğu resim'i anlama çabasından farklı değildir. Ama her tablo tek tek an'ları sonsuzlaştırırken Sami Baydar'ın şiiri zaman zaman iç içe geçmiş, zaman zaman da birbirine eklemlenmiş an'ların imgelerinden oluşur. Yani yine de bir devingenlik sözkonusudur. Şiirin kuruluşu, buna şiirin doğuşu demek belki de daha doğru, gündelik anlamda bilinci dışarda bırakırken doğal olarak dil de gramerden soyutlanıyor. Hatta yer yer söyleyiş, yarı uykulu bir "bilincin" sayıklamalarına dönüşüyor. Zihnin gündelik olandan bu soyutlanışı, şaire çok ender bir durumu armağan ediyor. Nedir bu durum? "İnsanın alışık olmadığı şeylerden biri" yani "öz olmak". Yani yarı düş hali şair bilincinin öz olma durumudur. "Yıldızları görmekten geliyorum/ hiç bilinmeyen bir yoldan değil/ hiç yaşamamış olmamdan/ aldığım bir ödüldür bu." (Çiçek Sepeti'nden) Bu dizelerin de gösterdiği gibi, yaşamdan kopukluğun armağanı olarak görülür. Şairin kurduğu ya da kendi kendini doğuran dil, bir çeşit dilsizliktir. Yukarda değindiğim paradoks, şiirin gücünü ve zaafını yaratan biçim sorunu sanırım anlamlı bir bağlama yerleşiyor artık.
Sonuç olarak şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Sami Baydar, özgünlüğü karşısında kayıtsız kalınamayacak bir şair. Şiiriyle okura kendine yeterli, kendini bütünlemiş bir imajlar dünyası sunuyor. Benim bu yazıda yapmaya çalıştığım, içine girebildiğim ölçüde bu dünyaya küçük bir yolculuk. Ama Çiçek Dünyalar daha derinlikli, daha oylumlu bakışları, irdelemeleri bekliyor. "Ben karatahtaya hiç ay çizmedim ki/ onun gözyaşları olsun boğsun beni geceleri" diyen, diyebilen bir şair için haklı bir beklentidir bu.

VİRGÜL 4, Ocak 1998, s. 9-11

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder