15 Aralık 2013 Pazar

Mutluluk / Sami Baydar

MUTLULUK

Yoksul ve yalnızım diye seversin sandım beni
saflığımdan hiç acı duymazsın sandım.
Saflık bir tanrıydı güveneceğim
yarı-tanrılık acısını çoktan çekmeye başladım.
Dengin değilim. Bilmiyorum, bir şey.
Senin arkadaşın olamam. Konuşmayı da çoktan
unuttum.
Şiirlerin en güzelini yazmak istedim sana
elimden gelmiyor.
Zayıfların ancak uzaktan korunabileceğini öğrettin:
bu benim mutluluğum oldu.

Sami Baydar, Yeşil Alev

15 Kasım 2013 Cuma

ALTIN PENCERELİ EV / Sami Baydar *

Altın pencerelere
bakıp ağladı.
Rüyasında
görmüştü.

Güneşe doğru
gittiğini düşün.
Kuğular nasıl döner güneşten?

Hiç rastlanmamıştı
evlerin pencerelerinde
Tanrı öldürmediğinde.

Çıplak bir erkekti
onun olmayan bir evde.
Karanlıkta giyinen bir erkekti
çıplak bir evde.


* Vücut Her Zaman Savaşır kitabından.

5 Ekim 2013 Cumartesi

RÜYA GİBİ BİR AKŞAM / Nazmi Cihan Beken *

Sami Baydar'a...

İradeyi bildirmek için insanın yanına
Haberci olarak gönderilmiş
Küçük cin

Uykum sırasında, zihnimden geçen hayallerim
Bir temele dayanmayan, gerçekleşmesi imkansız düşüncelerim
Gerçekleşmesi beklenen, istenen şeylerim, umudum
Rüya gibi, son derece güzel, olağandışı güzel
Rüya gibi bir akşam, rüya gibi geçiyor, rüyalarıma giriyor
Bir şeyden çok etkileniyorum, çok korkuyorum
Rüyamda göremiyorum, gerçekleşmesi ihtimalini bile
Aklıma getiremiyorum, rüyamda görsem hayra yormuyorum
Aklımdan hayalimden geçiremiyorum, gözüm açık rüya görüyorum
Gerçekleri görebilecek durumda olduğum halde
Kendimi hayale kaptırıyorum

Sen rüya karıştırandın, rüya gibi
Gerçekleşmeyen, yalancı bir rüyaydın
Ben gerçekleşen rüyayım
Bana bakılarak geleceğe ait haberler veriliyor
Senin açık muhtevan, benim gizli muhtevam

Doğuda çeşitli gelecekler, belirtiler var
Üç çeşit rüyam var
Khrematismos -insanlara, tanrılar veya ruhlar-
Theoremotikos -kendi şekilleri içinde, olaylar-
Nihayet geleceğin imalı bir şekilde belirdiği
Haberci rüyalar

İyileştirici sevgilinin evinde
Mutluluk verecek rüyalar
Göreceğimize inanırdık

Ziyaretçiler! Geceyi civar kapı sundurmalarında geçirin
Sevgililerinizin emirlerini yerine getirin
Hazırlıklı olun, temizlenin, sonra yorumları gelsin
Rahiplerin

Bir bildiri getirdiğime inanılırdı
Daha eski dönemlerde beni yorumlamayı
Meslek edinmiş kahinler vardı
Bir çeşit kışkırtma yöntemiyle senin
Beni görmen sağlanırdı

Hastalar! Geceleyin sütunların altından geçin
Meselelerinize çözüm, hastalıklarınıza çare bekleyin
Bugün bulunan bir toprak
O zaman kullanılan yorumları anlatsın

En pasif yönünüm ben senin
Ey muhayyile! İçimde her çeşit imge
O organın etkisiyle
Birleştirme kanunlarına bağlıyım

Beni gördüğün an gerçek neşeler salgıladığımı sandın
Ancak uyandıktan sonra yanılsamanın farkına vardın
Senin yargı yeteneğin ve uyanıklık hatıraların
Benimle devam edecek
Düşüncemin içime müdahalesi
Genellikle müphem ve geçici

Soyut düşünce merkezleri
Gerçekten faaliyetinizi
Durduruyor musunuz gerçekten
İmgeler, sorular
Zihnin kontrolünden çıkınız
Eğilimlerime, heyecanlarıma, tutkularıma bağlı olarak
Esnek, kaypak, "fantezi" olaylar

Ben seni içgüdülerine
İlkel duygulara götüreceğim
Ve sokacağım seni
Somut bir dünyanın içine

Sanrı uyandırıcı maddeler vereceğim sana
Bir esenlik duygusu edineceksin
Şekiller, renkler değişecek
Bazı gürültülerin genliği azalıp çoğalacak
Sana hitap edecek birtakım söz sanrıları
Dokunma! Şahsiyetler yok olacak
Zaman ve mekan şuuru kaybolacak

Hatıraların tekrar yaşanmasına terk ettin kendini
Bu sayede sen, hayatındaki en eski, en kötü devreleri bile
Tekrar yaşadın ve uyandıktan sonra da
Söylediklerini ve yaptıklarını
Mükemmelen hatırladın

Göze görünen hayallerin takibi için
Gözün yaptığı hızlı hareketler
Uykumuzun aykırı devrelerinde
-Bunlar hafif uykular-
Meydana geliyordu

Meydana gelir misin
Rüya gibi bir akşam


* Hacı Şair Dergisi, Plaka 51, Kasım 2012 Yayınları, "Sami Baydar Anısına" bölümünden. 

Sami Baydar'ın Çiçek Dünyaları'na küçük bir yolculuk / Cevdet Karal *

Dünya içinde dünyanın bir karşıtı gibi durmak Baydar'ın şiirinde trajediye dönüşmüyor. Bu şiirde trajedi de, çığlık da yok. Varlığı ve kendini kabullenmişliğin derin sükûneti var. Şair dünyaya ilişkin gözlem ve bilincinin onu dönüştürecek bir şey olmadığının da farkındadır.
Sami Baydar, daha ilk kitabı Dünya Efendileri ile özgün bir şiirin ipuçlarını veriyordu okura. Fatih'te, bir binanın ikinci katında rastgele karşıma çıkan bir kitapçının tozlu raflarında karşılaştığım Dünya Efendileri, ayaküstü göz gezdirdiğim birkaç şiiriyle ilgimi çekmişti. Kimi sayfaları ters (hatalı) basılmış o kitap, yaklaşık on yıl öncesinin şiir ortamında yadırgatıcı, şaşırtıcı bir sesi imliyordu. Geçen zaman içinde, bende adlandıramadığım bir farklılık duygusu uyandıran bu şiirin izini sürmeye çalıştım. Sami Baydar'ın ikinci ve üçüncü şiir kitapları Yeşil Alev ve Dünya Bana Aynısını Anlatacak, ilk kitabın uyandırdığı duyguların karşılıksız olmadığını, şairin sadık kaldığı bir duyarlılığı ısrarla sürdürdüğü kanısını uyandırmıştı bende. Şimdi Çiçek Dünyalar'ı birçok kere ard arda okurken Baydar'ın kendi içinde bütünlüklü bir dünya kurduğunu, özgünlüğünü de bu bütünlüklü dünyadan aldığını anlıyorum.
"Dünya" kavramsal olarak da Sami Baydar dünyasının yönelimleri hakkında bizim için bir işaret. Biri hariç (Yeşil Alev) öykü ve şiir kitaplarının hep dünya'lı adlar taşıması bir tesadüf olmasa gerek. "Dünya" Sami Baydar'ın yazınsal veriminde bir yandan karşıtını, ötekini, maddi olmayanı imlerken öte yandan bu dünya içinde kendi dünyasını, kendi var oluşunun özgünlüğünü de vurguluyor. Bu dünyanın bir parçası olmamanın imkânsızlığı karşısında sanatı kişisel bir dünyaya dönüştürmenin pratiği... Baydar'ın şiiri için genel anlamda bunu söyleyebiliriz.
Şair dünyanın bir parçası olmaktan hoşnut mudur? Hayır. Ama dünyadan kopamamanın derin kabullenmişliği içindedir. Bu bir kendine yabancılaşma durumu değildir. Tam aksine, varlığı yadırganan bir dünyada yaşantılarla, gözlenen doğayla kendini kavramanın bilincidir. Sanatçı için doğaldır bu: Dünyadaki var oluşu yabancı bir gezegene fırlatılmış birinin var oluşudur. Ve sanatçı bunun bilincinde olduğu oranda, varlığı özgün bir bakış açısıyla algılayacak ve onu dönüştürecektir. Bu durum, genelde bir çatışmanın sahnelendiği ve sanatçının trajik olanı merkezileştirdiği durumdur. Sanırım Sami Baydar'ı özgün kılan, yapıtını değişik okumalara açık kılan da bu noktadaki tavrının farklılığıdır. Dünya içinde dünyanın bir karşıtı gibi durmak Sami Baydar'ın şiirinde trajediye dönüşmüyor. Bu şiirde trajedi de, çığlık da yok. Varlığı ve kendini kabullenmişliğin derin sükûneti var. Şair dünyaya ilişkin gözlem ve bilincinin onu dönüştürecek bir şey olmadığının da farkındadır çünkü. Bu yüzden Aşk adlı şiirinin girişinde "Ben, kaplumbağaların çıldırmasında/ işe yaramaz kanıtların sahibiyim." der. Ama başka bir şiirde sanatsal dönüşümün, dünyanın dönüşümünde etkin bir faktör olmasa da şairin kendisi için ne denli önem taşıdığını görüyoruz. "Hep beyaz kağıtlara bakayım/ başka şeylerin korkusunu yok etsin/ onları doldurmak." Şairin evrende kendini yapayalnız hissettiğini, dünyaya ilişkin hesapların hep yanlış hesaplar olduğunu dile getirdiği ve o nefis "kar yükseliyor gözkapaklarına/ kış uykusuna hazır mısın." dizelerinin girişinde yer aldığı Ağaç Kovuğu şiiridir bu. Sami Baydar için yazmanın (ve belki de resim yapmanın) ne anlama geldiğini bize duyuran bu şiirde ard arda parantezlere başvurulmasının da bir anlamı olmalı. Şairin dünya içinde bir dünya olan, bu yüzden de dünyanın bir metaforu olarak algılayabileceğimiz ev içindeki yalnızlığı, o yalnızlığın yarattığı tedirginlik karşısında varlığını almak istediği parantezlerdir bunlar. Yani bu dünyada açılmış ve kapanmış bir parantez olarak yazmak, sanatçı için bir güvenlik bölgesi yaratmak demektir. Yaşamın içindeki bu parantez, saflığın, kendiliğindenliğin, toyluğun da anlam kazandığı alandır. "Bütün rüyalar gözlerinize benim dizelerimi yazıyor/ Ağlayan arınıyor ruhunun derinliğinden" (Çürümüş Gün...) derken şair okurunu da bu alanın içine çekiyor. Parantez metaforu burada da, dönüşmüş olarak karşımıza çıkar: Çünkü uyku da, sürüp giden gündelik yaşam içinde açılıp kapanan bir parantez gibidir.
Okurla kurulan iletişimin -ki aşağıda göreceğimiz gibi bu bir sevgiliye konuşmanın dolayımından geçen bir iletişimdir- yanı sıra ötekiyle, yalın anlamda insanla kurulan bir bağ var Sami Baydar'ın Çiçek Dünyalar'ında. Ama bu öteki için bir tanım getirilmiştir. Bu tanım, Sonuç şiirinde "Bir daha gözlerinle bilgileme yüreğimi, seni kırmamak için/ küçük çıbanlar çıkar göğün yanağında./ Aya sana bakar gibi bakar bir çocuk geceyarısı/ inanır yaptıklarının doğruluğuna, aşka" dizelerinden hemen sonra gelir: "Ben yalnız onunla paylaşabileceğim artık yaşadıklarımı/ bu hayat farkı kıldı onu da." Şair her ne kadar başka bir yerde "berraklık da belirsizlik kadar güzeldir" dese de, burada sözü edilen çocuğun şairin kendisine bir gönderme mi, yoksa başka bir şey, yalnız bir imge mi olduğu belirsiz kalıyor. Şairin iletişimde kendi benzerine yöneldiğini kesinleyebiliyoruz ama bu yönelmenin özünde kendi beninin katmanlarına doğru bir yolculuk olup olmadığı yeterince berrak değil. Sami Baydar şiirinde, özellikle Çiçek Dünyalar'da ev ve vücut dikkat çeken kavramlardan. Sanki vücut, ev, dünya iç içe geçmiş gibi. Vücut insan varlığının/ruhun bu dünyadaki evidir. Bildiğimiz, gündelik anlamında "ev" kendimizi en çok güvende hissettiğimiz, tümüyle bize ait bir yaşam alanıdır. Vücuttan eve, evden dünyaya yaşam çemberi genişledikçe huzur ve mutluluğun yerini tedirginlik ve mutsuzluk alır. Kendiyle barışık olan varlık, açıldıkça bir çatışma alanının içine girer. Belki iddialı bir yorum olacak ama, çocukluk yaşantılarının bir imgesi olarak, ev içinde babanın varlığı bir tehlike ve incinme unsuru olarak yer alır. Özellikle şu dizelerde: "Kedi düşündü/ ben düşündüm/ kara ayılar gibi geçtim babamın yanından/ ikiye biçilmiş bir fincan gibi/ tehlikeyi bilmekten değil/ şeker atıp karıştırmadıkları için çayı/ dökemiyordum yere." Başka bir yerdeyse anneden, varlığa ilişkin bazı şeylerin ödünç alındığı kişi olarak söz edilir. Anne ve baba figürü, varlığı tehdit eden unsur ve varlığın borçluluğu olarak ayrılır birbirinden.
Kişi olarak sevgili de Sami Baydar'ın dünyasında çok önemli bir yere sahip. Her şiir bir sevgiliye söylenmiş gibi... Bu sevgili bazen ayrılınmış bir eş, bazen aşka karşılık vermeyen kişi olarak ama her durumda şairin kendisine konuştuğu bir varlıktır. Sanırım bu, kitap boyunca söyleyişteki ton ve edanın bir devamlılık arzetmesine bir açıklık getirir. Şaire en yalın ama o ölçüde de çarpıcı ve özgün imgeleri yarattıran da bu sevgilidir. Hem Sami Baydar'ın şiirinde ulaştığı özgünlüğün hem de sevgiliye bakışının eşsiz örneği olarak şu dizeleri anmak isterim: "Ve senin gözlerinin içinde hizmetçiler/ bir an olsun bırakmak isterler ütülerini."
Özgünlük dedik. Sanırım bu yazıda altı en çok çizilmesi gereken kelime. Gerçekten de Türk şiiri içinde bu denli yalın, kendi sesinden/şiirinden bu denli hoşnut başka bir şiirin örneğini bulmak zor. Sami Baydar bunu yaparken farklılığının altını çizmiyor, farklılığı bir jeste dönüştürmüyor. Doğallıkla, sanki farkında değilmiş gibi yapıyor bunu. Ve imgelerinin, imaj dünyasının, resimle yakın ilişkide olan başka şairlerde de örneğini gördüğümüz betimlemelerinin özgünlüğü okuru tekrar tekrar okumalara yöneltiyor. İçerik, şiirin biçiminden taşıyor. İmge o kadar önde ve başat bir öğe ki onun dile geliş biçimi, önemini yitiriyor. Bu bağlamda Blue şiirindeki şu dizenin altını çizmek gerekir: "artık sözcükleri doldurmuş bir yaşantım var".
Çağdaş Türk şiiri bağlamında Sami Baydar'ı nereye yerleştirebiliriz? Eğer şiirin asıl ilişkisi kendinden önce yazılmış şiirlerle kurduğu ilişki ise, şair aslında okurla değil de öteki şairlerle konuşuyorsa yanıtı önemli bir soru bu. Kitap boyunca dünya şiirine açık ya da örtük kimi göndermelerin olduğunu görüyoruz. Örneğin Nerval. Çağdaş Türk şiirinden ise Behçet Necatigil'in adı geçer. Auriculas şiirinde... Yıldız ve çiçek, ay ışığı ve deniz imgeleri etrafında gelişen bir şiirdir bu. "Bir aslangülü, kırmızı çizgili/ çiçek olduğunu sanmayın, yıldız./ Bir parszambağı, Behçet Necatigil/ Çevirisi, kömür değilse bile yıldız./ Bir kumzambağı, kadın şairler kopartırlar/ Bir daha ölmeyeceklerine inandırırlar onları." Bütünü dikkate alındığında kitabın ve hatta Sami Baydar'ın şiiri için genel bir izlenim verecek nitelikte ve netlikte bir şiirdir Auriculas. Çocukluk yaşantıları, hep kırılacakmış gibi duran bir duyarlılık, aşk ve incinme, ölüm gibi temaların iç içe girdiği, şairin dünyasını aralamayı mümkün kılan bir şiir... Doğaldır ki böyle bir bağlamda "Behçet Necatigil Çevirisi" bir dünyanın, akraba bir dünyanın imlenmesidir.
Benzer bir akrabalık, açık bir gönderme olmasa da, özellikle son dönem şiirleri düşünüldüğünde Oktay Rifat için de geçerli. Sanki Sami Baydar, bu iki şairin dünyasından uç verir gibi. Açık ve net bir iddia olarak öne çıkaramıyorum bunu. Çünkü sözünü ettiğimiz iki ustanın da biçime ne denli önem verdiğini biliyoruz. Sami Baydar'sa sanki söyleyecek şeylerinin çokluğundan biçimi arka plana itiyor, yer yer ihmal ediyor. İmgelerin özgünlüğü bağlamında başka bir akrabalık, daha doğrusu akranlık, özellikle Yeis ile Tabanca düşünüldüğünde Seyhan Erözçelik için de geçerli... Ama burada da aynı ayırım karşımıza çıkıyor. Çünkü Erözçelik de biçime düşkün, sözünü zaptetmek, sınırlamak isteyen bir şair.
Biçimin ihmal edilişi, şiiri dize dize değil de bir imajlar örüntüsü olarak kurmak Sami Baydar'ın şiiri için bir problem midir? Burada bir paradoksla karşı karşıyayız. Çünkü sözkonusu şiirin özgünlüğü de zaafı da burada karşımıza çıkıyor. Zaaf diyorum, şunun için. Yer yer matematiği iyi kurulmamış, daha doğrusu bunu kendine problem edinmemiş bir şiir var karşımızda. Ama bir şairi tek başına anmaya değer güç ve özgünlükteki imgeler de bu zaaf atmosferinde doğuyor: "Güzel ayakların sessizliğin derinliğinde/ ve ben bir gölüm hatırladın mı?"
Burada, Sami Baydar'ın şiiri için başlı başına birer yazı konusu olabilecek bazı izleklere, bu şiirde süreklilik gösteren unsurlara da değinmek gerekir. Yukarıda alıntıladığım dizelerdeki göl imgesinin de çağrıştırdığı, kitap boyunca birçok yerde doğrudan ya da dolayımlı olarak karşımıza çıkan rüya ve uyku... Bunun yanında "anı" da, başka türlü bir bakış için geniş açılımlar sağlayacak kavramlardan biri. Ama ben burada sadece rüya ve uyku üzerinde kısaca durmak istiyorum. Bu yer yer değindiğim biçim problemine başka türlü bakmamızı sağlayabilecek bir konu. Çünkü biçim, şiirsel bilinçle doğrudan ilintilidir. Sami Baydar şiirinde bilinci dışarda bırakan imge örüntüsü, sanki sürekli düş içinde olan bir zihnin ürünüdür. İmajlar, düş halindeki bu zihnin anlık fotoğraflarıdır. Okurun şiiri anlama çabası, bu bağlamda an'ın belirleyici olduğu resim'i anlama çabasından farklı değildir. Ama her tablo tek tek an'ları sonsuzlaştırırken Sami Baydar'ın şiiri zaman zaman iç içe geçmiş, zaman zaman da birbirine eklemlenmiş an'ların imgelerinden oluşur. Yani yine de bir devingenlik sözkonusudur. Şiirin kuruluşu, buna şiirin doğuşu demek belki de daha doğru, gündelik anlamda bilinci dışarda bırakırken doğal olarak dil de gramerden soyutlanıyor. Hatta yer yer söyleyiş, yarı uykulu bir "bilincin" sayıklamalarına dönüşüyor. Zihnin gündelik olandan bu soyutlanışı, şaire çok ender bir durumu armağan ediyor. Nedir bu durum? "İnsanın alışık olmadığı şeylerden biri" yani "öz olmak". Yani yarı düş hali şair bilincinin öz olma durumudur. "Yıldızları görmekten geliyorum/ hiç bilinmeyen bir yoldan değil/ hiç yaşamamış olmamdan/ aldığım bir ödüldür bu." (Çiçek Sepeti'nden) Bu dizelerin de gösterdiği gibi, yaşamdan kopukluğun armağanı olarak görülür. Şairin kurduğu ya da kendi kendini doğuran dil, bir çeşit dilsizliktir. Yukarda değindiğim paradoks, şiirin gücünü ve zaafını yaratan biçim sorunu sanırım anlamlı bir bağlama yerleşiyor artık.
Sonuç olarak şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Sami Baydar, özgünlüğü karşısında kayıtsız kalınamayacak bir şair. Şiiriyle okura kendine yeterli, kendini bütünlemiş bir imajlar dünyası sunuyor. Benim bu yazıda yapmaya çalıştığım, içine girebildiğim ölçüde bu dünyaya küçük bir yolculuk. Ama Çiçek Dünyalar daha derinlikli, daha oylumlu bakışları, irdelemeleri bekliyor. "Ben karatahtaya hiç ay çizmedim ki/ onun gözyaşları olsun boğsun beni geceleri" diyen, diyebilen bir şair için haklı bir beklentidir bu.

VİRGÜL 4, Ocak 1998, s. 9-11

"DÜNYA DÖNÜŞÜYLE GÜZELDİ" / Hayriye Ünal *

biz kaplumbağalar olarak, aynı boylamlarda olmayan kimseler ama hep aynı burçlarda gezen kimseler olarak, bütün teraziler bir sabah onun ölüm haberiyle uyandırıldık, bunun başımıza geleceğini biliyor gibi, özellikle kapalı havalarda, bazen, kavgaya tutuşurduk, incir çekirdeğini doldurmayan dünya meseleleri işte, ve o kuş olup kalktı gitti, ne kadar güçsüz olduğumuzu hatırlatan bir uyarı olarak, ölüm, büyük bir çekiç gibi, vurup, çeneleri özel olarak taşlanmış koca bir mengene gibi, kapıp, ölüm sevdiğimiz her şeyi bizden bir bir alacağını anımsatır gibi, gelip, götürdü, bir kaplumbağa ilk kez bu kadar hızlı, kopup, kayboldu, yolun ortasında şaşkın bakınan birkaç yavru kaplumbağaya, acıyıp, kim bakacak, güz çiçeği sami baydar yine güz vakti bizden ayrıldı (26 Eylül 1962 - 29 Ekim 2012), hâlâ hatırlamak istediği bir şeyler var mı ki krizdeki kalbinin, atmayıp, atmayıp.

"Kalbim her renkte çizgiyle
almıştır bu gece kanıma ayışığını
burda düş görmediğime inan
aslan seni bekledi"     

"Acıkan örümcekler şarkı  söylüyor
gitmek ne zor
kalbimiz yenik
bulutlarla bile hayal meyal."




Paul Celan, Sami Baydar ve Adsız Sansız Bir Milât / M. Milât Özçelik *

Hiç iyileşmeyecek yaraların şairidir Celan.

Bizi yiyip bitiren sancıların şiirini yazmak ona düştü...
Taşıyamayacağına karar verdi bir gün; düşündü, düşündü, düşündü: atıverdi kendini.

SEINE NEHRİ VE PARİS KAHROLSUN (Buraya 'ünlem' düşen namussuzdur) .

Onlar önlerine katıp götürürken onca şeyi, acı içinde kıvranan ruhlar hâlâ düşünüyor, düşünüyor, düşünüyor çünkü: nasıl ayakta kalabilirim diye, belki…

Kahrolarak, yeise teslim okur insan Celan’ın şiirini.
O’nda herşey ’acı’ olana meyillidir. Uyanık tutana. Çile dolu ve suskun olana.


Hasreti çekilen bir ülke, kavurucu bir anne özlemi ya da vakitsiz ayrılışı bir sevgilinin...


1 Ekim 2013 Salı

Sami Baydar'ın Cezayir adlı şiirini Rahman Yıldız okudu.

ÇİÇEK DÜNYALAR ÜZERİNE / Kemal Atakay *

Sevgili Nilüfer'e

Giriş

Sami Baydar'ın son şiir kitabı Çiçek Dünyalar'ın* gerektirdiği kapsamlı felsefi/yazınsal değerlendirmelerin yalnızca bir ön taslağı olabilecek bu yazıda, daha çok betimsel bir yöntemle, kitabın bazı temalarına, bazı biçimsel/kurgusal özelliklerine değinmek istiyorum. Betimsel sözünü vurgulamalıyım: Amacım, Çiçek Dünyalar'ın, her okurun farklı biçimlerde kuracağı olası anlamlarından birine işaret etmek değil; çünkü böyle bir anlamlandırma yazısının çok ayrıntılı bir metodoloji tartışmasıyla mümkün olduğu kanısındayım. O yazıyı, gereğince yazabileceklere bırakıyorum, yazıldığında ben de zevkle okuyacağım.

Başlangıç ve Son

Çiçek Dünyalar'ın ilk şiiri "Bir Deniz Kuşu" ile son şiiri "Toz Şiiri", Hıristiyanlıktaki alfa-omega kavramını anımsatıyor: Başlangıç sonu, son da başlangıcı içerir, bu çevrimsel zaman kavrayışı bir adda içerilmiştir ve sonuçta aşkın bir varlığa, İsa'ya gönderir (Hıristiyanlar için, elbette); ama bu çevrimsel zaman, yeryüzünde bir tarih süreci içinde gerçekleşmek zorundadır, dolayısıyla Kutsal Kitap öncelikle başlangıç ile son çizgisini birleştiren noktalardan söz etmek, onların nasıl varlık kazandığını anlatmak zorundadır. Benzeri biçimde, çiçek dünyalar "Bir Deniz Kuşu" ile, aşkın bir benin yaratılması için, o benin gerek duyduğu fiziksel mekânı, dış dünyayı kurar önce; ancak dünya zaten yaratılmış olduğu için, o alandan belirli bir Ânı seçmekle yetinir. O an, bir doğa görüntüsüdür ve Sami Baydar'ın şiirinin önemli bir özelliği olan görsellikle, neredeyse bir resim kurgusuyla anlatılmıştır: Deniz yüzeyindeki dalganın hareketine göre hareket eden bir deniz kuşunun yazıya geçirilmesi. Betimsel bir doğa görüntüsüyle başlayan Çiçek Dünyalar daha soyut nitelikli "Toz Şiiri" ile biter; ancak ilk şiirdeki doğa görüntüsü de aslında soyut/geometrik bir tasarımın ürünüdür ve özellikle görüntüye katılan tinsel bir ayrıntıyla, dalgaların yarattığı hareketin ancak sözel müdaheleyle doldurulabilecek bir boşluk yarattığı, bir anlamda şiire bir alan açtığı söylenebilir:

30 Eylül 2013 Pazartesi

Sami Baydar’ın ‘Yeşil Alev’inde meleklere değmek / Anita Sezgener *



“Ben bu düşünceleri suyun eteğinden edindim, ne yapabilirim.”

(yuttuklarımı saymıyorum. etik değil. ağzım yarı aralık)
yavaş saatlerinde güneşin. otlar tutuştu. ‘yeşil alev’den kalktım bakmaya.
kim bilebilir ki sade otun böyle tutuştuğunu en iyi? en iyi diye bir şey yok. hele dümdüz havada. korkmak peki. imgelerin terketmesinden en çok. en çok diye bir şey yok. geceleri apansız biri konuşunca ya dipsiz.

buraya Sami Baydar şiiri üzerine düşünmeye gelmiştim, notlarımı aldım. başlıklarımı  düştüm:
‘melekler’
‘kan’
‘hayvanlar’
‘süt’
‘yalnız(lık)’
‘gizlilik’
‘ev’
‘dünya’

duraladım. duralamak diye bir şey var.
neden ama? ‘ölümün eli’nden su içmek şiir de öyle duraladım.
otlar da vardı işin içinde hin. yanımda hiç Nerval getirmeyişime hayıflandım. 
“Hayatı rüya içinde gördüm Nerval”
‘meleklere müzik dinleten’ bu şiir tuhaf bağlantıların dirseği. bu dünyadan olmama halinin. hangi dünyaydı peki bu uyuyan?
duymak için eğildim. eğilmek diye bir şey vardı kesinlikle. ihtiyaçtandı. ‘başka dünya’yı eğilmek, ‘bu sular dünyası’na.

“kaybolmuş mezarlıklar üzerinde yürüyoruz
bana kuşlar kadar güzel gelen görmek.”

artık ‘başka dünya’daysak  kırgınlık kauçuk:

“uzağımızda
bir yangın yerine geçiyor bellekler
ama neden
elele büyürken
benden koptunuz.”

bir an ‘yeşil alev’in dışına çıkıyorum, ‘dünya efendileri’ne doğru. sadece ‘Leyla’nın süt tozu’ üzerine mi yazsaydım,’kalp yaslıyken’, kelimelerde kesmeler, kırılmalar var. bir yandan da erotik öğelere çekiliyorum ‘iki yan’daki. erotizm Bataille’e göre, olana değil olmayana, görünene değil görünmeyene dönüktür. Bir yokluğun içinden yazılan bir (var)dil.. meleklerin bizi yabancıladığı.
 ‘melekler’de durdum.
meleklere gidildiği zamanlar mıydı? Paul Klee’nin de melekleri var dedi U, melekler birbirimizi duymamızı yapıyordu. belki. görünmeyerek. neden melekleri gereksinir şiir? hayvanlar nerde dururdu bu havada melekleri işitince? huzursuzlanmaları.
geriye dönüşsüzlüğün tınısı vardı.

“bir ceylan kaçıyor bir bahçeden gece yarısı
onu geri getirmek yıllara malolacak.” (dökülen)

sadece ceylan kaçması değildi bir bahçeden gece yarısı, bir de kaçması vardı habersiz. böyle olunca ‘yüreğinde gizleniyordum’ a mı kaçmıştı?
dışarının şairden şikayet etmesi mi vardır ‘ülke’ şiirinde. yoksa tüm şikayetler ceylanın kaçmasına izin verene mi gelmiştir? cezalandırılma korkusu mu arzusu mudur ‘Su’daki? yarış atları baygın, annenin sevdiği. suya çıkılmış ama ‘yine kendi ülkesine döndürmüştür onu bütün yapılanlar’. sızımsı bir sitemle varlığın içinden yarım bir kontrol hissedilir. kendini nesnelere hayvanlara yakın hissetmenin incitici koruyuculuğunda vardır ayna.
‘Biri’ şiirinde aynadan olup bitenler:

“Bizler birlikte olduğumuzda
sırtımı dönünce, göremiyorum ne yaptıklarını.”- (biri)

“İnsan sevgisini yaşamak bana ağır geldi.”
Sanki ‘saplı bıçak’ gibi. bakış nesneye yönelmiş yamacında yine de ses, bir insan sesi. uzun kuşkuyla. insanlar artık sadece isimleriyle varlar, belki o bile değil. uzak bir yer mümkün. sütün yalnızlığıyla kalan.
‘Gigi’deki gizlilikler kurma isteği. ‘kara bir kuş’ta yine gizlenme var.

“Siyah bir kan akıyor
ben serinlemek istedikçe
yanan o ateşten.”- (acının ülkesi)

kanın akması bir yana basit şeyler öldürür. misal saksağan. basit bir şey olmadığından. ucundan kenarından bitirim bi ölüm. basit şey: mavi öksürük. öksürünce sarsılan temizlik. ölmenin olması için basit şeyin olmaması gerekir.

“o zaman inanabilirdim
bir gün her şeyin
ortalamasını alabileceğime
ortalaması alınmayan şeylerin
beni öldüreceğine.” – (yeryüzü)

boğazımı temizledim. güneş alçaldı. ikisi arasında bir bağlantı yok..
Sami Baydar şiiri odayı havalandırdı. hayal kurmanın.
yanık kokusu dindi. burun rahatladı, telaşlı bir kulak kaldı geriye.

resim ve şiir, ‘Ayrılık Tablosu’nun melekleriyle birlikte.

“bir kuğunun uzanışını gösteren bu resimde
ışığın düştüğü yerlere gizlenmiş melekler”

yağmurlar yağacak daha. meleklere gidilmesi bu yüzden. ‘ak melek kanadı bıyıklar’a.

“Sargıların yol olur diye
düşler bittikten sonra dönecek meleklere”
(ölümün eli)

Otların tutuştuğunu başka gören olmamış mıdır? Ama duman gidiyordur kan gibi.
‘Kan’ dünyayı dolaşırken bizi de mi dolaşır’?


29 Eylül 2013 Pazar

Varla yok arasında / Perihan Mağden *

Duvarlarımdaki en güzel resimler, iki ressama aittir: Sami'ye ve Burhan'a. 
Sami Baydar benim için Sami'dir. Burhan Uygur da, Burhan. 
Her ikisi de annemin arkadaşıydılar. Sonra Sami, benim de arkadaşım oldu. İzin verdikçe. 
Sami, Türkiye'nin en mühim ressamlarından biridir. Levent'te, Proje 4L'de resimleri sergileniyor, 'Organize İhtilaf' sergisinde. Gidin, görün. İnsanın Sami'nin resimlerini, desenlerini görmesi nasıl bir histir -yaşayın isterim. 
Ne resmiyle, ne şiiriyle hiçbir kuşağa ait değildir Sami: yalnızca kendi kendine. 
Resmi şiirine, şiiri resmine akar. Giderek incelen bir şiir, giderek incelen bir resim. 
Bir yerlerde kopmasından korkarsınız, öylesine bir incelme hali. 
Hayır! Sami, size (ve en çok kendine) bu korkuyu yaşatırken, giderek inceltirken yaptıklarını; durduğu yerde durmaktadır: Sami Baydar Yeri'nde. Odasında. Adasında. Çakılında. 
Benimki büyük cüretkârlık. Sami üstüne yazmaya teşebbüs. Everest Yayınları'ndan kitabı çıktı. Kitaba adını veren şiiriyle ve başımı döndüren iki şiiriyle, ödüllendiriliyoruz. 



SAMİ BAYDAR VEYA MAX ERNST KOLAJLARINA BAKIP ŞİİRLER YAZMAK / Zeynep Arkan *

Sami Baydar şiirleri damıtılmış, naif ve benzersiz. Tıpkı bir tablodaki orijinalliği, dünyayı nasıl görüyorsa öyle temsil edebilme yeteneğini kendine has bir biçimde aktarır. Duyguları bir çocuk kadar net, düşünceden doğan bir görme biçimiyle birleşir. Dünyaya bir tabloya bakar gibi bakar, yorumları sonsuza kadar sürecek gibidir. Hep aynı konuları yazar, hep aynı sadelikte ve bıktırıcı olmadan okunmayı başarır. Onun temel konusu sarsılmaz biçimde yinelense de tekrara düşmez. Çünkü Dünya her an yeniden yaratılmaktadır.

Sami Baydar en çok ve en güzel “Dünya” diyen bir şair. Dünya ile bir işi kalmamış olduğundan değil, Dünya’ya ait hiçbir şeyle fazla ilgilenmiyor gibi görünmesine rağmen, şiirinde yalnızca dünyayla ilgilenmektedir. Dünya güzellikleri, renkler, güneş, kelebekler, bitkiler adeta bir çocuk dikkati gösterilerek yorumlanır. “görgülü kızların/katladığı/kar taneleri”(1) mısraı Kar’ı anlatan en güzel mısralardan biridir.

Dünya’yı zihnen değiştirebilme, nevi şahsına münhasır biçimde yorumlama, insanlara karşı acziyeti beraberinde getirebilir. Değiştiremediğinden uzak kalma duygusu ağır basar. Yine de mizantrop bir adamın şiirlerinde insanlara dair “kötü”nün iması, “iyi”nin güzelliği, sürekliliği vardır.

Sami Baydar’ın şiirindeki ses, kimsenin sesini bastırmayacak kadar kırılgan ve özgündür. Bu sebeple okurken herkes onu duyabilmek için sesini alçaltmak zorunda kalacak ve bunu isteyerek yapacaktır. Yeni bir şeyler söylediğinin farkında olmadan konuşan bir ses. Pür bir yalnızlığı yaşarken “yapayalnızlık nedir?”(2) diye sorar şiirinde. Bu mısra bana çok ilginç görünür. Yapayalnız bir insanın “yalnızlık nedir?” diye sorduğu bir mısra kalabalıklar içinde bunalmış, yılgın ve yalnız bile görünemeyen insanlardan cevabını almak üzere “dünya”da dolaşıma girer.

Yapayalnızlık nedir? En yalnız insan bunun cevabını verebilir.

Şiirlerini yapayalnızken okuduğumda çok sevdiğim Sami Baydar'ın ölümü üzerine konuşurken “neden ölmüş?” diye soran birine adım kadar emin olduğum bir cevabı verdim:
  • Dünya yüzünden.


  1. Andersen Karşılayıcıları - Varla Yok Arasında, S.31, Everest Yay. 2003
  2. Kar- Nicholas’ın Portresi, S.51, YKY, 2005


    * Hacı Şair Dergisi, Plaka 51, Kasım 2012 Yayınları, "Sami Baydar Anısına" bölümünden. 

Sami, güzel melek, / Ahmet Güntan. *


Sami, güzel melek, herkesin birden meleği olunmuyor, o zaman başka bir yerde bir şey eksiliyor, bunu sen iyi bilirsin, öyle sanıyorum hayatın seni bu bilgiye getirdi, hikayelerindeki aşık kızlar, onların hepsi sensin, öyle güzelsin. Seni incecik güzel biri olarak hatırlıyorum, gençliğinden sonra az, belki bir iki haberleştik. Yazdıklarından anlamaya çalıştım, nasıl büyüdüğünü, nelere canının ne kadar büyük sıkıldığını, sıkılıyordun, bu sıkıntını da kimseyle paylaşmadan kendin taşıdın, Merzifon’a sığındın, kimseyle paylaşmadığın sıkıntılarını çocuk saflığından süzerek bize buraya yazdın, şiirde çocukçalığı kim sevmez, sen bizim güzel çocukçalığımızdın, hiçbirimiz senden daha temiz daha duru olamazdık. O çocukçalığa biricik karanlık deneyimini yerleştirdin. Onu oraya öyle bir yerleştirdin ki artık kimse çocukçalığı karanlık deneyiminden ayıramazdı. Hem saflık hem karanlık, en karanlık noktada hâlâ aydınlık olan, sen, bu sensin, senin dünyan bu, uyumadan önce okunabilen bir şairsin, ne mutlu sana. Bir şeyin bir daha kimseyle paylaşmamak üzere örtüsünü çekip kendine saklaman, uzun yıllar herkesin unuttuğu şeyleri kendi içinde hâlâ kendinle konuşuyor olman, şiirlerini bu gözle okuyabiliyoruz, öykülerini de. Yazdıklarında yaşadığın neyse ona kriptik yuvalar buldun, biz Merzifon’da oturmayanlar bu şifrelerde kendimizi bulurduk, ne tuhaf düzenek değil mi, halbuki sen bir düşün kendi hikayene bambaşka nerelerden bakıyordun, işte bunu ancak senin gibi beyin kimyasına koşulsuz teslim olan şairler becerebilir, bence Merzifon Vakası da senin beyin kimyana tam teslimiyetindir. Merzifon’a başlangıçta geçici diye düşündüğüm kalışın sonradan temelli oldu. Oradan bize okurlara yalnızca yazdıklarını gönderdin, başka çok az bağlantın oldu seni okuyanlarla. Bu mutluluk getiren bir çekilme değildi, keder getiren bir çekilmeydi. Cinselliğini hiç yaşayamadın, ama yazdıklarını okurken boşalma isteğini görüyorum, ızdıraplı bir çekilme seninki, ahlak adına örnek alınacak bir çekilme değil, sen kimse için bunu istemezdin eminim, acıyı elinle nasıl kuş gibi kaldırdığını biz buradan gördük, kararlı bir çekilme orası tamam, İstanbul’un genç güzel parlak şairi Merzifon’a gidiyor, değişik bir hikaye mutlaka, doğru anlamak lazım, senin melekliğini korumak isteyen herkes bence seni yüceltilmemiş sivil bir bölgede tutmak isteyecektir, serbest bir yer. Önce hasta diye gidiyorsun, ama sonra oralı oluyor, oradan bir dış çevreye şifreler gönderiyorsun, bunlar karanlık sıkıntılı metinler, ama okuyana bir dayanma gücü veren bir çocukcalığı var, bilgeliği oradan geliyor, çocukcalığını koruyabilmek için ne egzersizler yaptın, bilmek isterdim, seni anlamamız için senin çok şeyini anlamamız lazım, asla gargaraya gelecek bir yapıt bir yaşam bırakmadın. Yine de kimse böyle olmasını istemezdi, bu kanı herkeste var, keşke daha serbest bir hayatın olsaydı, ben kendin için bunu istediğine eminim, keşke gerçekleşebilseydi de demişsindir mutlaka, Sami, güzel melek, işte ben buna üzülüyorum, sen aydınlığı hak ediyordun, her şeyinle pırıl pırıl parlıyordun, olmadı, gök senin için aydınlanmadı, önce aydınlık olan şey sonra nasıl birden karanlığa düştü değil mi, Beşiktaş Spor Caddesinde gördüğüm o güzel çapkın Sami’nin melek kanatlarını çıkarıp büyük aşkı olan bir erkeğin omzuna başını güvenle koyabilmesini isterdim, çok mutlu olurdun eminim, belki o kimsenin almayı kabul etmediği şeyi almaya aşıkça istekli birini bulacaktın, beyin kimyan seni yolda bıraktı, arada bir şey olmalı mutlaka, bana öyle geliyor, beyin kimyanın seni yolda bırakmasıyla Merzifon arasında, adına hastalık dedikleri donuklaştırıcı-uzaklaştırıcı dışında önemli somut bir şey, neden kabul ettin, işte senin şiirin onu anlatıyor, gerçeği de belki çok az kişi biliyor. Sana sorarlarsa orada Sen bu işi böyle nasıl tökezlemeden 50 yaşına kadar taşıdın, de ki Ben taşımadım onu şiire taşıttım. Daha çok taze, daha dün gittin, ben yalnızca bana ilk al basmasını yazıyorum, seninle ilgili duygularıma hiçbir düşünce karışsın istemiyorum, seninle ilgili çocukçalığımı hep koruyacağım, ben de seviyorum çocukçalığı, ama benim hiç Merzifon’um olmadı, benimki de başka türlü bir jimnastik, uzun iş, sonra anlatırım, senin deneyimini, ki sen bize asıl onu bıraktın, ben içimde taşıyacağım, dilerim benim Allah’ım seni dinlendirecektir.


* Kitap-lık Dergisi, Sayı: 165, Ocak-Şubat 2013. 

SAKİN VE ŞAŞKIN, GÜNGÖRMÜŞ VE ERMİŞ BİR ŞAİR: Sami'nin dünya halleri / Seyhan Erözçelik *

Sami Baydar, son yılların en iyi şiirlerinden birini yazıyor. Şiiri tanıyan ve sevenler, onun şiirini daha Beyaz kitaplarında yayımlanırken fark etmişlerdir. Kiraz Ağacım Japonya, Sülüslü Sayfalar, Cezayir gibi şiirlerinin birçok arkadaşım tarafından mırıldanıldığını hatırlıyorum. Mırıldanmak dedım. Çünkü bu şiirleri mırıldanabilirsiniz, yüksek sesle bağıramazsınız.

Sami'nin şiirleri 1982'den beri yayımlanıyor. Garip bir boşluğun hüküm sürdüğü dönemde, birçoğumuz gibi o da şiirlerini az basılan, az dağıtılan ve meraklısına hitap eden dergikitaplarda yayımladı. Bu dergikitapların (Beyaz, Şiiratı, Sokak, Üççiçek, Poetika ve başkaları) benim yaşıtlarımın gözünde önemi büyüktür. Bugünkü şiirin tohumlarının oralarda atıldığını rahatlıkla söyleyebilirim.

Yeşil Alev, Sami Baydar'ın Dünya Efendileri'nden sonraki şiir kitabı. Bu kitapta, 1987 ve 1990 yılları arasında yazılmış şiirler var. Kitaptaki bölüm adları, aynı zamanda o bölümlerin ilk şiirlerinin de adları: Bu Sular Dünyası, Dehşet, Alınlık, Turunculuğu Yüzünden, Yeşil Alev, Acının Ülkesi ve Şaka. Kitabı bölümlere ayırmanın beli bir mantığı olmadığını sanıyorum. Yalnızca, insana okurken nefeslik zamanlar veriyor. Yoksa kitap bir kaleydoskop gibi. İstediğiniz sayfadan açıp, kimi yerleri atlayarak, tekrar geriye dönerek ve ilerleyerek okuyabilirsiniz. Sayfaları öyle çevirebilirsiniz. Her sayfada, her selüloz tabakada, mükemmel bir hayvan olan salyangozun bıraktığı pırıltıları göreceksiniz.

Sami, dünyaya sanki evinin camında oturan bir çocuk gibi bakıyor. Sokakta oynamış, işini bitirmiş, oyunlar da bitmiş, ama o hâlâ dışarıyı merak ve ilgiyle izliyor. Her şeyi tekrar ve tekrar keşfeden bir çocuk. Bu çocuğun önemli ya da önemsiz bütün gördükleri aynı sakinlikte söyleniyor: Melek sakinliğinde. İlk şiir kitabı Dünya Efendileri'nde dünyada olup bitenler daha keskin ve yaramazca aktarılıyordu. Bu kitapta Sami, çevresindeki şeyleri sevgiyle yargılıyor: "yatak açılmış, çöpler kararsız ve çıkarsız, / öylece ve her şey sağlam / evin içinde, yalnız saatler kurulmamış." Bu sakinlik, sadece görünür olan. Şiirler deşildiğinde kaleydoskop dönüyor ve İsa nasıl çıt! diye asi oluyorsa, derinlerde de melekle şeytan dans ediyor. (Melek, kitapta oldukça sık geçen sözcüklerden.)

Kitaptaki dünya, bütün zamanları geçmiş, yaşanmış bir Peter Pan dünyası gibi. Bir şeyler hatırlanıyor, aktarılıyor ve başka birtakım çocuklara öğütler veriliyor. Gerilerde masallar, okunan kitaplar, şiirler, ilişkiler, dostluklar, velhasıl dünyaya ilişkin her şey var. Bu her şeyin karşısında da Sami'nin sakin şaşkınIığı. Güngörmüş ve ermiş.

Kitaplarının adları bile Sami'nin dünyasına girmeye kışkırtacaktır sizi: Dünya Efendileri ilk şiir kitabı. Dünyadan Çıkış Yollan ilk öykü kitabı. Dünyada Anılara Bakıyorum yeni çıkan öykü kitabı. Yeşil Alev'i bu kitaplarla birlikte okuduğunuzda Sami'nin kırgınlığını anlayacaksınız: "ruhum eğer bir maddeyle birleşecekse / tekrar, bir ağaç olsun, insan / sevgisini yaşamak bana ağır geldi / insanın her şeyi, nesnesi, bana ağır geldi."


* Cumhuriyet Kitap, Sayı 91, 21 Kasım 1991. 

Tavus Kuşunun Yol Arkadaşlığı ve Tanrının Buyruğu. / Saba Kırer *

Emirlerini Yerine Getiremiyoruz.

Kanında kiraz suyu olan bileğimi 
Kesilmesi çok zor bileğimi
Bir bıçakla kesmek istediğimde
Kral King’in sesini duydum
Kral King’den. Sami Baydar.  


   Parmaklarını saç diplerinde gezdirip diken diken havalandıran ergen oğlanlar gibiydi, hali. Oysa yandan ayırdığı saçlarını gayet düzgün tarardı hep. Sanki rüzgârın şiddetiyle kafasındaki bütün teller birbirine karışmıştı, o an. Polonya filmlerinin ağır sahnelerinde yer alan bir oyuncunun yüzünün aynıydı gördüğüm yüz. Yine o, motifleri birbirine geçmeli kazak üzerindeydi. Arkasındaysa, bir tavus kuşu bakışlarını doğrudan üzerimize dikmişti. Kanatlarını açan kuş, ipek ibrişim bir kabartmayla, köşe kırlentine oturtulmuştu. O, Omzunu kuşun sırtına dayamıştı. İncecik parmaklarının arasındaysa yanından hiç eksik etmediği sigara. Yine de her zaman içtiği Harman’ı acemice tutuşu! O, donuk duruşuyla, bakışlarındaki uzaklıkla filmin karesine ilk görüntülendiği anla girmiş bir aktörün, solgun suretini taşımaktaydı. Rolü icabı değil de, fark edilmediği için ya da o kare unutulup kaldığı için kayıtlara geçmiş, oradaki tüm solgunluğuyla da perdelere yansımış birinin görünümündeydi. Bana ilk defa göründüğünde.

     
Onun Sözlüsü ve ‘Kızıl Afiş Marşı’nı seslendirme
 
     O, annesinin zarif elleriyle pat pat vurup -her zaman sarı ve turuncu karışımı boyadığı güneş o gün de yine kuvvetli,  parlakmış- güneşin altında pamuklarını kabarttığı yastıklara bakmış. Sakız gibi bembeyazmış. Başkalarında asla bulamayacağı bir temizlik kokusu. Annesinin elleriymiş, mis kokuluymuş. Üst üste koyduğu, iki puf yastığı başının altına almış, sakin sulara dalmış. Öğlen uykusu bu, hafif olurmuş, tatlı olurmuş. Hem annesi yanı başında. Hem de uyanıncaya kadar, kazağı ören kız da gelmiş olacak. Ona, Onun için herkesten sakladığı, akide şekerlerinden bile şeker, pembe buselerden getirecek. Kızın annesi tembih etmişmiş. Kız da annesine verdiği söze bağlı kalmış. Kimselere göstermemiş kutusunu. Ebediyen göstermezmiş. Ama kız ona söz vermiş: “Sen merak etme!” demiş. “Aramızda bir sır!” demiş. “Nasıl olsa Tanrılar yüzlerini geri çevirir, benim mahremime bakmaz. Evin her yanını kapatırsak cinler de içeriye giremez!” demiş. “Yalnızca sana, senin için açacağım bacaklarımı” demiş, düşüncesini sözlüsüne belirtmiş. Pudra kokan kutusunu açıp gösterecekmiş. Sözünü tutarmış, biliyormuş!
     O, düşlere dalmış: “Küçük kutu! Küçük kutu! Sözlümün bana vereceği en güzel armağan. Her armağan paketinden de, selüloz ambalajından da, rafya fiyonktan da çok daha alımlı. Üzerini tamamen pudralayışı! Daha da belirginleşen dışbükey. Kasıklarının ağırlığı, baldırları, baldır ağının basıklığı. Hem her şeyiyle bir dünya. Tanrının, elleriyle bahşettiği dünyadan bir parça. Hem de en uzak nesneyi bile yakınlaştıran, dokunuyorum, büsbütün hâkimim, sahibi benim duygusunu yaşatan, henüz içimizde bu olup bitenlerle baş edememişken, bu duygunun yer değiştirdiği, bizi bir başka duyguya saldığı, içine, derinliklerine çeken, içine, diplerine gömen, bizi kendi içine hapseden bir mercek. Oylumunda, incecik bir pudra tabakasının oluştuğu derin kutu!” demiş, iç geçirmiş.
     Farkındaymış! Onun sözlüsü, diğerlerinin sözlüsü gibi değilmiş. Fakültede, kampüsün içerisinde, komünistlerin forum düzenlendiği taş sahında sözlüsünün en yakın arkadaşıyla el ele tutuşup Leo Ferre’in Kızıl Afiş Marşı’nı göğe yükselen bir ses tonuyla seslendirmezmiş. Mimarlığın arkasında uzanan, birbirinden eşsiz ağaçların olduğu koruya girip, bir başkasıyla kurumuş yaprakları topuğuna basa basa çiğnemez, çıtırtı yürüyüşü yapmazmış. Heykellerin sergilendiği taraçaya çıkıp onunla bununla sigara tüttürmezmiş. Heykel bölümünden yok öğrencisiymiş, yok doktorasıymış yaş günü için verdiği partiye, Öğrenci evine davet etmezmiş. Antikacıdan edindiği tek kanepeyi, sözlüsünün en yakın arkadaşıyla her gece paylaşmazmış. Hakiki bir sevgili. Ebediymiş.


* Hacı Şair Dergisi, 23 Koltuk, Mart 2013 Yayınları. 

28 Eylül 2013 Cumartesi

Daracık dünya karmakarışık / Orhan Kahyaoğlu *

Sami Baydar, şiirde en zor olanı başaran, nadir şairlerden biri. 1987 yılında, ilk şiir kitabı Dünya Efendileri yayımlandığında, hiçbir şiir kaynağına bağlanamayan bir şiirle karşılaşılmış ve bu kitaptaki şiir dünyası, okuyanları şaşırttığı kadar büyülemişti. Şair, daha ilk kitabında, tamamen kendine ait bir dünya kurmuştu. Ama, bu basit anlamıyla şairin iç ya da dil dünyası demek değildi. Şair Lale Müldür, Sombahar şiir dergisinin 14. sayısında bu kitaptan hareketle kaleme aldığı kısa ama o denli de sıkı metninde bu şiirin 'kendi üzerine kapanmış görünen bir dünya'sı olduğunu vurgulamıştı. Müldür, metnin bir başka yerindeyse, Baydar'ın 'şaşırtıcı plastiklikte kırdığı dil'i açımlama, çözümleme uğraşındaydı. Gerçekten de Baydar daha bu ilk yapıtında, üstüne çok konuşulup düşünülecek bir şiirin başlangıç cümlesini kurmuştu. Bu şiir, ardından gelen kitaplarla devamlı içselleşip derinleşti. Tamamen kendinin olan bu dünyada, ne tek başına lirik bir karaktere, ne de plastik veya mistik bir şiir bağlamına eklemlenebilir özellikteydi. Şairin her kitapta pekişen bir şiir dünyası, bir evreni, hatta bir poetikasının oluştuğu, pekiştiği söylenebilir. Şair, kendine özgü renkleri, motifleri olan, benzersiz metaforlarla dilini geliştirip, resim geri planının da etkisiyle -Sami Baydar aynı zamanda ilginç bir ressamdı da- bir 'dünya tablosu' çizmekle uğraşıyor. Belki ömrü bu tabloyu bitirmekle geçecek, ama şu hâliyle bile gözleri kamaştıracak özen ve ayrıcalıkla.


Acı yüklü bir yürüyüş

Sami Baydar'ın son şiir kitabı, kısa süre önce Nicholas'ın Portresi adıyla yayımlandı. Baydar'ın şiir dünyasında çiçekleri, bitkileri ve renkleriyle hep özel bir doğası olagelmiştir. Bu bilinesi bir pastoral dünya hiçbir zaman olmamıştır. Bu şiir zarif, kaygan ve okunaklı olduğu hâlde, nüfuz edilmeden açımlanamayan sorularla yüklüdür. Kolayca yanıtlanamayan kapalı sorulardır bunlar. Doğanın güzellikleri kadar, sayısız nesne de bu şiirin kopmaz parçasıdır. Nesneler dünyasıyla bile, Baydar garip bir ruhaniliği şiirlerinde barındırmayı hep becerir. Bu ruhaniliğin içinde resmin matematiğini bile bulmak mümkündür. Buna, Baydar şiirindeki ilginç müzikaliteyi de eklersek, onun dünyası bir nebze de olsa açımlanmaya çalışılır. Yenisinden önceki beş kitap arasında yer alan Yeşil Alev ve Dünya Bana Aynısını Anlatacak adlı iki çarpıcı kitabında değindiğimiz özelliklerin birçoğunun farkına varılır.
Nicholas'ın Portresi Baydar'ın, bazı kesimlerce zor telaffuz edilse de, inanılmaz usta bir şair olduğunun belgesi niteliğinde. Baydar, artık, ruhani karakterli de olsa şiirindeki ilginç plastiklikten tam anlamıyla sıyrılma çabasında bu yapıtta. Nicholas'ın Portresi kitabının bir köşesinde, Baydar'ın, dünyasının, onun bir tür oyuncağı olduğu da imleniyor. Bu, bir anlamda, Baydar'ın şiirinde devamlı hissedilen çocuksuluğun, bu kitapta daha bir altının çizilmesi. Kitaptaki 'Duygu Yaraları' başlıklı, on bölümlük uzun şiirde, doğayla ve iç dünyayla olan acı yüklü bir yürüyüşün, hatta yolculuğun izlerini bulmak mümkün. Bu şiirlerin bazıları hüzünlü ve lirik şarkılar gibi gözükürken, bu şarkıların olsun, yolculuğun olsun yoğun 'duygu yaraları'yla bezeli olduğu hemen hissediliyor. Şairin bu bölümdeki dünyası hem doğanın, hem de kendi doğasının acılı yanını yansıtmakta. Örneğin bu şiirin dördüncü bölümünde pastoral bir hava ağırlığını koyarken, insanın iç dünyası ve çocuk yanı masumiyeti- sorgulanmakta. Şiirinde doğaya gitgide tutkuyla bağlanmış bir Baydar'la bu bölümde baş başa kalırken, duygularını devamlı kanırtan saf bir çocuğun iç dünyasıyla da karşılaşılıyor. 'Duygu Yaraları' bölümünün bir başka şiiri olan 'Yıldız Çiçeği', Baydar'ın düzanlatımcı şiir dünyasının mükemmel bir örneği niteliğinde. Onun bu şiirde 'sevgili' olarak özlemlediği bir kişi olmaktan çok dünyası ve doğası olarak dizelere dönüşmüş. Başta değindiğimiz Baydar'ın dünyasını bir anlamda resmini ve tablosunu da- çok iyi yansıtan bir başka örnekse 'Bitki' adlı büyülü şiiri. 


Olgunlaşmış Baydar şiiri

'Doğumgünü' adlı ikinci bölüm, şairin 'kendi üzerine kapanmış' dünyasını derinlemesine yansıtan şiirlerle dolu. Şair, bu kez dünyasına, tablosuna, şiirine yolculuğunu 'Kalp' ve 'Doğumgünü' adlı şiirlerde poetik bir sorgu alanına taşıyor. Dünyanın şairin iç dünyasında bir tür oyuncağı da olduğunun en çekici işaretleriyle dolu. 'Rüya' şiirinde, sevgili ve sevişme, beniyle, doğayla ve dünyasıyla bezeli. Bu bölümdeki bir başka 'Rüya' şiirindeyse, bu kez devamlı iç dünyasıyla konuşan bir Baydar'la karşılaşılıyor. Şairin, baştan beri oluşturmakla uğraştığı bir dünyası olmanın yanı sıra, 'Bulut' şiirinde şair şu dizeyi de yazabiliyor: 
Şimdi haritalarımı da aştım

Bu dize bir anlamda şairin dünyasını yenilediği, zenginleştirdiğinin farkında oluşunun açık bir ifadesi gibi. Zaten şair 'Geri Dönüş' şiirinde de bir 'öteki dünya'dan açıkça söz edebiliyor. Bir bütün ve poetik bir tavrı yansıtan bölümün son cümlesi olan 'Aşk' adlı şiirdeyse, gizliden gizliye 'sen' ile 'ben'in karmaşık birlikteliği ve birbirinden kopuşları çağrıştırılmakta. 
Kitaba adını veren bölümse, Baydar şiirindeki özel dil ve üsluptaki gücünü çok iyi vurguluyor. Özellikle de 'Kar' adlı şiir. Şairin, bir portre olarak bu kitapta devamlı zenginleşen, derinleşen bir dünyası var ki, o farklı bir 'bakma' tarzını da beraberinde getiriyor. 'Dünya Gözüyle'de bakılmalı gerektiğinde bu tabloya. Bu addaki şiirin dörtlüğü herhalde Baydar'ın poetik algısını da çok özenle yansıtmakta: 
Dünya gözüyle bir eski suluboya.
Dünya gözüyle dünya. 

'Paranoya' adlı şiirse, şairin kitap boyu, aslında, sanki paranoyanın doğum gününü tüm kitaba yedirme isteğiyle dolu. Evet, belki de şairin paranoyalarının sonucu yapılıyor tüm tabloları. Yani, dünyanın kendisi zaten bir paranoya. Ve kitabın son şiiri Nicholas'ın Portresi'nde şair şunu tüm açıklığıyla söyleyebiliyor. 'Dünya/Nicholas'ın Portresiydi'. Artık, zenginleştiği kadar olgunlaşmış bir Baydar şiiri var. Dünya Efendileri onun için sözcükler ve sonsuz renkler. Görüntü ve aşk bu şiirde çok derinlerde. Onun şiir dilini devamlı keşfetmeden dünyasına girmek de zor. Ama, has ve ayrıcalıklı şiirin de biricik özelliğidir bu. Baydar'ı, Türkçe yazılan şiirin son çeyrek yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biri olarak anarsak, herhalde fazla abartmamış oluruz.



* Radikal Kitap, 9 Eylül 2005. 
http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=haberyazdir&articleid=857379

Sami Baydar’ın ‘Dünya’sı / Haydar Ergülen *

Dünyaya bir kâğıt inceliğinde geldi, dünyayı bir kâğıt, kendini de harf bildi, hem dünyaya hem kâğıda hem de tenine ve ruhuna o harfleri döktü, işledi, oydu, kazıdı, yazdı. Sonra da hepsini “Dünya İnancı” (YKY, Ekim 2012) başlıklı bir harfler kitabına topladı, gitti.

Sami Baydar “Dünyanın sevdiği sözler/ vardır./Şiirler gibidir/ve onları bilmeyiz” diyordu “Sözler” şiirinde. Sami’nin şiirlerinden rastgele dizeler alsak, onlar için de bu dizeler için yapacağımız yorumu yapardık. Yorum da değil aslında, Sami için bilebildiğimiz şeyleri dizeleri için de tekrarlardık. Çünkü Sami de tekrarladı ve gitti, inanmak isteyen herkes gibi.

Şiir bazen inanmak için yazılır ve bazıları inanmak için yazar. Şiire gereksinim duymakla inanmaya olan gereksinim birbirlerine çok yakındır. Bir insana inanmak, aşka inanmak, çocukluğa inanmak, Tanrıya inanmak, dünyaya inanmak, kendine inanmak, şiire inanmak... Şairleri bundan niye ayrı tutalım ki? Sami Baydar da bence, şiir bir anlam yaratsın diye olmasa da, bu dünyada ve bu dünyaya bir anlam bulmak için şiir yazdı. Dünyayı şiirle anlamaya çalıştı. Kendisini de şiirle ve şiirle kurduğu dünyayla anlamaya çalıştığı gibi.

Eski-yeni pek çok şairin çeşitli biçimlerde söylediği sözü ben de sık sık tekrarlıyorum, “Şiir öncelikle şairi için bir gereksinimdir.” Bu gereksinimi en çok duyan, duyuran şairlerdir belki de; çok severek okuduklarımız, bambaşka şiir evrenlerinde de dolaşsak, şiirlerimiz bambaşka dünyalardan da çıkıp gelmiş olsa şairlerin dünyayı zenginleştirmesine bir delil sayılır bu. Şair o dünyada çok yoksulluk ve yoksunluk çekse de! Şairin ironisi de bu olmalı, kendi yaşamı pahasına dünyaya katkıda bulunmak, başka hayatları zenginleştirmek için kendi yaşamını hiçe saymak.

Sami’nin “Dünya İnancı”nda, şairane bir gösteriş olan, bir tür şair süsü de sayılır, ‘şair yaralıdır’ düşüncesine rastlanmaz. Yarası açıkta bir şiir değildir onun şiiri. Saygı ve hayranlık uyandırdığı kadar sessizlik de uyandırması bundandır. “Bendeki yaralar türlü türlüdür” dediği gibi türkünün, şiirdeki dünyalar da türlü türlüdür, kalpteki yaralar da türlü türlüdür.

“Dünyayı seviyorum/kalpten seviyorum” diye yazabilme doğallığını gösteren bir şiirdir Sami’nin yazdığı. Ve onu yazabildiği için şu çok acıtıcı dizeleri de yazmıştır: “Acılar dolu kalbimden korkmuyorum/ kendimden öğreneceklerimden./Acı artık varlığıyla güzel/söyleyecek sözlerim gizli artık./.../Beni yaratan sensen sevgili yok edecek misin yeniden?/Acı üstün geldi de yaşadım varlığımı.”

Sami Baydar İstanbul’dan gideli 20 yıl oldu, benim de onu son görüşümdü, giderken bir tablosunu bırakmıştı, ilk sergisinden, “Yeşil Melek”. 20 yıl sonra da Merzifon’dan gitti. Onun kadar ‘Dünya’ya inanmak ve bağlanmak isteyen şair az bulunur. “Dünya Öyküyle Doldu” idi bir şiirinin başlığı. Sami Baydar’la da ‘dünya şiirle doldu’. Sami inanmak istediği ‘Dünya’yı yazdı, ona inandı ve sonunda ‘Dünya’sı da kendisi oldu.


* 26 Kasım 2012 - Cumhuriyet

BİR ÇİÇEK ŞAHİT SAMİ BAYDAR’A / Hayriye Ünal *

"Dünya dönüşüyle güzeldir. Resimlerim de böyle. İki nokta. Dikkatli bir resim. Dünya nedeni. Dünya dönüşüyle güzeldir.” Baydar
Görünmeyen bir şair Sami Baydar (Sami Baydar, 26 Eylül 1962, Merzifon doğumlu. Ressam, şair. Şiir ve öyküleri; Beyaz, Gösteri, Defter, Sombahar, eski’Z, Ludingirra, Göçebe, Kaşgar, Kitap-lık veGeceyazısı dergilerinde yayımlandı. Şiir kitapları: Dünya Efendileri (1987); Yeşil Alev (1991); Dünya Bana Aynısını Anlatacak (1995); Çiçek Dünyalar (1996); Varla Yok Arasında (2003); Nicholas’ın Portresi (2005). Bu yazıdaki hükümler Çiçek Dünyalar ve Nicholas’ın Portresi ile sınırlıdır). Görünmez adam o. Onu ve şiirini görmek için dikkat kesilmek gerekiyor. Daha bir görünmez olmayı istiyor adeta:
“Bir insanın gizli kapısı olmalı, geri dönüş bu olmalı
hiç göstermemeli işte bu yaşama başladığını.” (2005, 38)
Bu görülmeme arzusu çok çok ilginç geliyor bana. Belki onunla aynı biçimde değil ama farklı birgörünmez olma arzusu taşıdığım için olabilir. Göze görünen hiçbir şey tam anlamıyla kendisi değildir. Bakılan şey tam-özne olamaz. Bakan da bakış tarafından imrenilendir, baştan çıkarılır. Kendi hakikatiyle bozuşarak.
“Bir oğlan bakıyor pencereden imrenerek olana
Barış içinde kalamaz artık hayvanlarıyla” (1996, 15)
Salt görünmekle utanç arasında bağlantı kurulabilir. Çünkü “utanç, ayıplanabilir şu ya da bu nesne olma duygusundan değil, bizatihi nesne olmanın kendisinden kaynaklanır. Bu, kendimi ötekinin gözünde dönüşmüş olduğum halimle, indirgenmiş, bağımlı ve sabitlenmiş bir nesne olarak görmemdir.” (Sartre) Baydar’daki görünmezlik arzusu da tam bu farktan doğuyor gibi görünmektedir. Bakılabilen ve görülebilen bir şey olarak kendisi, kendi imgelemindeki kendisi ile hiçbir zaman çakışmayacaktır. Bu durumda hiç görünmemek onu daha az indirgeyicidir.
Bu şiirdeki bu konuyu daha detaylı incelemek gerekir; ancak bu yazının formatı gereği bu kadar değinebiliyorum. Şu da var, Sami Baydar’ın kitaplarının bazılarını edinemedim. Son olarak 2005’te Nicholas’ın Portresi adlı kitabını yayımladı.
Pasternak, “Şiirlere ben güllerin soluyuşunu verirdim,” der. Sami Baydar ise, “Ben bir resim yapacak olsam / bir fosil yaratırdım / ışıkla benden oluşan” (1996, 67) der. Bu ikisini birlikte düşünmekten kendimi alamıyorum. Pasternak can verecek; Baydar canı taşlaştırmak istiyor. Yine de burada aynı imgesel düşünme biçimi var. İmgesel düşünmenin gerçeklikten uzaklaştıkça başarıya ulaştığı konusunda itirazı olan yoktur. Baydar da, kentin açığında bir merkez seçmiştir şiiri için. Fiziksel bir yerleşimi kastetmiyorum, zihinsel olarak kentin açığına yerleşmiştir o. Kısıtlı sayıda gördüğüm resimlerinde de fosil arzusunu dışa vurduğunu düşünüyorum Baydar’ın. Fosil olmak, görünmez olmak demek değil; fosil olmak isteği doğaya karışmak isteği tam anlamıyla.
Aşırıya vardırılmayan bir memnuniyetsizlikle uysallık arasında bir konumda Baydar; zamansız bir şiir yazıyor, milliyetsiz, onun aidiyetleri yok, medeniyete ait biri o en fazla. Biraz daha yakından bakarsak sadece doğaya ait biri olduğunu göreceğiz. Çünkü medeniyetle tanışıklığı bile en fazla basit mimari öğeleri ve basit nesnelerle. İlk mesleklerle. Kapı, pencere, sepet, ceket vb. O kadar ki, Victor Hugo’nun “Şairin tek modeli doğa, tek kılavuzu gerçektir” sözünün ilk kısmı Sami Baydar için söylenmiş gibidir. Ressam olmasının etkisi sanıyorum, imajlar tamamlanmış şekilde geliyor ona. Doğa şiirleri yazıyor değil Baydar; daha çok, şiddeti bile sessizce gerçekleştiren bir doğayı model alıyor. Ve bu doğa ilkel bir doğa hâlâ. “en zehirli yılanı gördün. Ve boa yılanı öldürdü seni. Kemiklerin içinde şimdi aşkın var.”(1996, 33)
Bu yönleri ve tutkulu imgeciliği ile Baydar, öykücü Bilge Karasu’yu anımsatıyor bana. Karasu nar aşkını edebiyata şairlerden evvel getiren adamdır. Baydar’ı kuşağının şairlerinden çok uzakta ve soyut bir dünyada buldum. Aldığım ilk kitabı Çiçek Dünyalar idi. Bilge Karasu’yu da Gece romanıyla tanımıştım. Bende yarattıkları etki birbirine çok benziyor. Doğada her yerde bulunabilecek olan bir canlıyı tahayyül ettiriyor; fakat onun iç dünyasını, beşeriyetini hissettiği oranda şifrelerle dışa kapatmış, ifade etmeyi çok isteyen, fakat taşkın değil, disiplinli ve üslupçu bir kalem sahibi olarak… Dikkatsiz bir okurun onları atlaması çok mümkün, kelimenin tam anlamıyla gürültüsüz ve damıtılmış bir edebiyat tarzı bu. Nesnelerin çarpışması, dürtülerin taşması, şehvetin, öfkenin veya dehşetin ifadeleri, hatanın, sürüklenmenin, baştan çıkmanın azabının yer almadığı şiirler. Bu anlamda nesneller.
Baydar o acıtıcı insansızlığını itiraf eder:
“yüreğimi derinlere itiyordu bir el zincire çarptı
buldu ve aldı dostluğu beni bıraktı” (1996, 32)
Şiirlerin tamamında insan ilişkilerine dair yorumlarında mağdur değilse bile etkin olmayan bir profil çizer. O, bırakılmış olandır. Ondan yok olması istenecek olursa gidebilecek olandır. Israrlı bir varlığının bulunmadığını ima etmekten hiç vazgeçmez. Cevdet’in onun şiirini değerlendirirken “sükunet” dediği de budur. Onda “Varlığı ve kendini kabullenmişliğin derin sükûneti var.” (Cevdet Karal, Sami Baydar’ın Çiçek Dünyaları’na Küçük Bir Yolculuk”, Virgül, sayı 4; Ocak 1998)Bunun bir sonucu da kendisine yapılacak bir ısrarı kabul etmemektir. Ona ve şiirine soru yöneltilemez. Okuduğum en ilginç söyleşilerden biri Sami Baydar’la yapılmış olanıdır. Söyleşide (Söyleşi: “Sami Baydar – Rüyalarsa, Dünyadan Çıkış Yolları”, Konuşan: Necmi Zekâ, Kitap-lık, sayı 76 (Ekim 2004)) soru soran Necmi Zekâ’yı duymuyor Baydar. Soru ne olursa olsun Baydar kafasındaki bütünlükten sırasıyla kopardığı parçaları anlatıyor. Sorular çekilse aradan, kalan yanıtlar toplamı bir otobiyografi olarak rahatça okunabilir. Diyalogdan uzak. Şiirinde anlatılan aşk da bir savaş ve karşıtlık ilişkisi değil, sevgiliyle aynı tarafta olmak üzerine kurgulanmıştır. Her ne kadar ona yönelik yoğun bir konuşma var gibi görünse de bu bir monolog. Tek başına bir konuşmanın özelliği şudur; bazı kısımlarda boşluklar olsa da olur, konuşmanın anlaşılıyor olup olmaması önemsizdir, zaman zaman sabuklamaya dönüşebilir şiir. Bu tarz şiiri belirleyen ne ideoloji, ne fikir ne de mevcut edebiyat algısıdır; şiiri şairin mizacı belirler. Bu mizaçsa sözcüğün tam anlamıyla bir bumeranga benziyor.
Görünür ve açık olmayan, yaşantıyla doldurulmak istenmiş, zorlukla girişilmiş fakat tamamlanmamış umutların kırılması olarak algılıyorum bu şiiri. “Ağır suçlar” şiiri mesela. Fiillerin ağırlığı var bu şiirde; çünkü suç, fiildir. Baydar, şiiri kurmuyor, şiire kendisini terk ediyor. Zihinsel bir modeli sessizce örmekle meşgul ve bu bütünlük içinde suçlu olmak veya olmamak o kadar da önemli sayılmaz. Aslında Baydar için önem veya önemsizlik, birtakım değer yargıları birbirine çok yakın durmaktadır. Bunun nedeni şairin, içinde insanlar gezinen bir evrenle ilgili olmayışıdır.
Bu evrende en önemli yeri bitkiler kaplamaktadır. Özgür olmayışı bitkinin kişiliğinde algılar:
“bütün yaprakların
özgürlüğe doğru taş kesildiğini.” (1996, 11)
Bitkiler aynı zamanda onun en önemli tanığıdır. Bitkiler, çiçekler, kaplumbağa gibi bazı ilkel hayvanlar. Kitabın adındaki “çiçek” bu anlamda sembolik bir değer taşıyor. Hayatının tümüne yayılmış bir tanıklık bu. Bitkilerin onu gördüğünü düşündürecek denli iddialı. Başta bahsettiğim görülme duygusuna paralel şekilde, nesnelere bile bakış atfediyor sanki. Çiçeğin imgeyle uyarılan bir retinası ve bunların ulaştığı bir beyin varmış gibi, Baydar onun yanındaki eylemlerini ahlâkîleştiriyor. Önemli bir nokta burası. Onun kendisini tam anlamıyla tek başına tahayyül etmesi olanaksız. Berger’in Görme Biçimleri’nde bahsettiği “kendisini hiç durmadan seyretmek zorunda” olan kadın gibi onun da zorunluluğu haline gelecektir, kendi imgesiyle birlikte dolaşmak.
“Odamın köşesindeki çiçek ağacına bakıyorum. Kollarını rasgele savuruyormuş gibi geniş, geniş yaylar çiziyor. İlkgençliğimden beri bu çiçeğin yanında soyunup giyiniyorum. Bedenimden sızan mürekkep beyaz resim kâğıtlarında şekil alırken onun kalp yapraklarının yanına benim çocuk-çıplak bedenimi yerleştirdi. O resimleri şimdi gördüğüm zaman çıplak bedenimin küçüklüğü ve duygularımın şiddetiyle sarsılıyorum. Belki bir kapı kapandı ve ben önünde bu çiçekle kaldım.” (2005, 25)
2005’ten sonra dergilerde şiir yayımladıysa bile ben takip edemedim. Ama kafamı hep meşgul etmiştir Baydar. Daha sert ve kalabalık bir şiir yazsaydı nasıl olur diye merak etmişimdir. Diyaloga açılsa nasıl olur diye de. Nicholas’ın Portresi melodrama kayacak kadar zayıflık, kırılganlık taşıyor. Sevgilinin elinde, edilgenlikten bile ötede onun tarafından ele geçirilmiş. “Beni yaratan sensen sevgili yok edecek misin yeniden?” (2005, 22) Dünya seviliyor; fakat dünyanın ele geçirilme isteği yok şiirde. Bu anlamda sevgilinin de şairin de cinsiyetsiz tasavvur edildiği söylenebilir. Hatta genel anlamda dünya nimetleri ile şair arasında çekişmeli ve gerilim dolu bir ilişki yoktur. Cinsellik yokluğundan bahsetmiyorum (var çünkü “burası kasıklarım yıldırımlar doğuyor”), şiirde ses anlamında şairin bir erkek sesini temsil etmediğinden bahsediyorum. Yorumlarımın salt spekülatif birer yorum olduğunu hatırlatarak sürdüreyim; arzu elbette var; fakat arzu da nesnelleştirilerek, belli bir öznenin arzusu olmaktan çıkarılıyor, keskinleştirilmiyor; sürekli etraftaki nesnelere atfedilen göz aracılığıyla kendisi tarafından gözetlenen birinin başka birine yönelecek arzusunun sınırlanacağı varsayılabilir; bunun sonucu da mesela kıskançlık gibi keskin duygular şiirde yer almıyor.
Şu anda, her nedense, onun teknolojiyle karışmış, kablolar çiçeklere dolanmış, bozulmuş bir doğa imgesini kurduğunu ve bunu yine monologlarla uzun uzun anlattığını düşünüyorum. O, şiirler yazıyor ve bize göstermiyor. Ya da başka biri olarak aramıza karıştığını hayal ediyorum.
“Eğer kıvrımlardan çatlamadıysa
Başımın altındaki yastık
Ayışığından kurumadıysa gitarım
Kabımdaki sütü içmediyse aslan” (1996, 64)

* Hece Dergisi, Şubat 2011.