28 Eylül 2013 Cumartesi

BİR ÇİÇEK ŞAHİT SAMİ BAYDAR’A / Hayriye Ünal *

"Dünya dönüşüyle güzeldir. Resimlerim de böyle. İki nokta. Dikkatli bir resim. Dünya nedeni. Dünya dönüşüyle güzeldir.” Baydar
Görünmeyen bir şair Sami Baydar (Sami Baydar, 26 Eylül 1962, Merzifon doğumlu. Ressam, şair. Şiir ve öyküleri; Beyaz, Gösteri, Defter, Sombahar, eski’Z, Ludingirra, Göçebe, Kaşgar, Kitap-lık veGeceyazısı dergilerinde yayımlandı. Şiir kitapları: Dünya Efendileri (1987); Yeşil Alev (1991); Dünya Bana Aynısını Anlatacak (1995); Çiçek Dünyalar (1996); Varla Yok Arasında (2003); Nicholas’ın Portresi (2005). Bu yazıdaki hükümler Çiçek Dünyalar ve Nicholas’ın Portresi ile sınırlıdır). Görünmez adam o. Onu ve şiirini görmek için dikkat kesilmek gerekiyor. Daha bir görünmez olmayı istiyor adeta:
“Bir insanın gizli kapısı olmalı, geri dönüş bu olmalı
hiç göstermemeli işte bu yaşama başladığını.” (2005, 38)
Bu görülmeme arzusu çok çok ilginç geliyor bana. Belki onunla aynı biçimde değil ama farklı birgörünmez olma arzusu taşıdığım için olabilir. Göze görünen hiçbir şey tam anlamıyla kendisi değildir. Bakılan şey tam-özne olamaz. Bakan da bakış tarafından imrenilendir, baştan çıkarılır. Kendi hakikatiyle bozuşarak.
“Bir oğlan bakıyor pencereden imrenerek olana
Barış içinde kalamaz artık hayvanlarıyla” (1996, 15)
Salt görünmekle utanç arasında bağlantı kurulabilir. Çünkü “utanç, ayıplanabilir şu ya da bu nesne olma duygusundan değil, bizatihi nesne olmanın kendisinden kaynaklanır. Bu, kendimi ötekinin gözünde dönüşmüş olduğum halimle, indirgenmiş, bağımlı ve sabitlenmiş bir nesne olarak görmemdir.” (Sartre) Baydar’daki görünmezlik arzusu da tam bu farktan doğuyor gibi görünmektedir. Bakılabilen ve görülebilen bir şey olarak kendisi, kendi imgelemindeki kendisi ile hiçbir zaman çakışmayacaktır. Bu durumda hiç görünmemek onu daha az indirgeyicidir.
Bu şiirdeki bu konuyu daha detaylı incelemek gerekir; ancak bu yazının formatı gereği bu kadar değinebiliyorum. Şu da var, Sami Baydar’ın kitaplarının bazılarını edinemedim. Son olarak 2005’te Nicholas’ın Portresi adlı kitabını yayımladı.
Pasternak, “Şiirlere ben güllerin soluyuşunu verirdim,” der. Sami Baydar ise, “Ben bir resim yapacak olsam / bir fosil yaratırdım / ışıkla benden oluşan” (1996, 67) der. Bu ikisini birlikte düşünmekten kendimi alamıyorum. Pasternak can verecek; Baydar canı taşlaştırmak istiyor. Yine de burada aynı imgesel düşünme biçimi var. İmgesel düşünmenin gerçeklikten uzaklaştıkça başarıya ulaştığı konusunda itirazı olan yoktur. Baydar da, kentin açığında bir merkez seçmiştir şiiri için. Fiziksel bir yerleşimi kastetmiyorum, zihinsel olarak kentin açığına yerleşmiştir o. Kısıtlı sayıda gördüğüm resimlerinde de fosil arzusunu dışa vurduğunu düşünüyorum Baydar’ın. Fosil olmak, görünmez olmak demek değil; fosil olmak isteği doğaya karışmak isteği tam anlamıyla.
Aşırıya vardırılmayan bir memnuniyetsizlikle uysallık arasında bir konumda Baydar; zamansız bir şiir yazıyor, milliyetsiz, onun aidiyetleri yok, medeniyete ait biri o en fazla. Biraz daha yakından bakarsak sadece doğaya ait biri olduğunu göreceğiz. Çünkü medeniyetle tanışıklığı bile en fazla basit mimari öğeleri ve basit nesnelerle. İlk mesleklerle. Kapı, pencere, sepet, ceket vb. O kadar ki, Victor Hugo’nun “Şairin tek modeli doğa, tek kılavuzu gerçektir” sözünün ilk kısmı Sami Baydar için söylenmiş gibidir. Ressam olmasının etkisi sanıyorum, imajlar tamamlanmış şekilde geliyor ona. Doğa şiirleri yazıyor değil Baydar; daha çok, şiddeti bile sessizce gerçekleştiren bir doğayı model alıyor. Ve bu doğa ilkel bir doğa hâlâ. “en zehirli yılanı gördün. Ve boa yılanı öldürdü seni. Kemiklerin içinde şimdi aşkın var.”(1996, 33)
Bu yönleri ve tutkulu imgeciliği ile Baydar, öykücü Bilge Karasu’yu anımsatıyor bana. Karasu nar aşkını edebiyata şairlerden evvel getiren adamdır. Baydar’ı kuşağının şairlerinden çok uzakta ve soyut bir dünyada buldum. Aldığım ilk kitabı Çiçek Dünyalar idi. Bilge Karasu’yu da Gece romanıyla tanımıştım. Bende yarattıkları etki birbirine çok benziyor. Doğada her yerde bulunabilecek olan bir canlıyı tahayyül ettiriyor; fakat onun iç dünyasını, beşeriyetini hissettiği oranda şifrelerle dışa kapatmış, ifade etmeyi çok isteyen, fakat taşkın değil, disiplinli ve üslupçu bir kalem sahibi olarak… Dikkatsiz bir okurun onları atlaması çok mümkün, kelimenin tam anlamıyla gürültüsüz ve damıtılmış bir edebiyat tarzı bu. Nesnelerin çarpışması, dürtülerin taşması, şehvetin, öfkenin veya dehşetin ifadeleri, hatanın, sürüklenmenin, baştan çıkmanın azabının yer almadığı şiirler. Bu anlamda nesneller.
Baydar o acıtıcı insansızlığını itiraf eder:
“yüreğimi derinlere itiyordu bir el zincire çarptı
buldu ve aldı dostluğu beni bıraktı” (1996, 32)
Şiirlerin tamamında insan ilişkilerine dair yorumlarında mağdur değilse bile etkin olmayan bir profil çizer. O, bırakılmış olandır. Ondan yok olması istenecek olursa gidebilecek olandır. Israrlı bir varlığının bulunmadığını ima etmekten hiç vazgeçmez. Cevdet’in onun şiirini değerlendirirken “sükunet” dediği de budur. Onda “Varlığı ve kendini kabullenmişliğin derin sükûneti var.” (Cevdet Karal, Sami Baydar’ın Çiçek Dünyaları’na Küçük Bir Yolculuk”, Virgül, sayı 4; Ocak 1998)Bunun bir sonucu da kendisine yapılacak bir ısrarı kabul etmemektir. Ona ve şiirine soru yöneltilemez. Okuduğum en ilginç söyleşilerden biri Sami Baydar’la yapılmış olanıdır. Söyleşide (Söyleşi: “Sami Baydar – Rüyalarsa, Dünyadan Çıkış Yolları”, Konuşan: Necmi Zekâ, Kitap-lık, sayı 76 (Ekim 2004)) soru soran Necmi Zekâ’yı duymuyor Baydar. Soru ne olursa olsun Baydar kafasındaki bütünlükten sırasıyla kopardığı parçaları anlatıyor. Sorular çekilse aradan, kalan yanıtlar toplamı bir otobiyografi olarak rahatça okunabilir. Diyalogdan uzak. Şiirinde anlatılan aşk da bir savaş ve karşıtlık ilişkisi değil, sevgiliyle aynı tarafta olmak üzerine kurgulanmıştır. Her ne kadar ona yönelik yoğun bir konuşma var gibi görünse de bu bir monolog. Tek başına bir konuşmanın özelliği şudur; bazı kısımlarda boşluklar olsa da olur, konuşmanın anlaşılıyor olup olmaması önemsizdir, zaman zaman sabuklamaya dönüşebilir şiir. Bu tarz şiiri belirleyen ne ideoloji, ne fikir ne de mevcut edebiyat algısıdır; şiiri şairin mizacı belirler. Bu mizaçsa sözcüğün tam anlamıyla bir bumeranga benziyor.
Görünür ve açık olmayan, yaşantıyla doldurulmak istenmiş, zorlukla girişilmiş fakat tamamlanmamış umutların kırılması olarak algılıyorum bu şiiri. “Ağır suçlar” şiiri mesela. Fiillerin ağırlığı var bu şiirde; çünkü suç, fiildir. Baydar, şiiri kurmuyor, şiire kendisini terk ediyor. Zihinsel bir modeli sessizce örmekle meşgul ve bu bütünlük içinde suçlu olmak veya olmamak o kadar da önemli sayılmaz. Aslında Baydar için önem veya önemsizlik, birtakım değer yargıları birbirine çok yakın durmaktadır. Bunun nedeni şairin, içinde insanlar gezinen bir evrenle ilgili olmayışıdır.
Bu evrende en önemli yeri bitkiler kaplamaktadır. Özgür olmayışı bitkinin kişiliğinde algılar:
“bütün yaprakların
özgürlüğe doğru taş kesildiğini.” (1996, 11)
Bitkiler aynı zamanda onun en önemli tanığıdır. Bitkiler, çiçekler, kaplumbağa gibi bazı ilkel hayvanlar. Kitabın adındaki “çiçek” bu anlamda sembolik bir değer taşıyor. Hayatının tümüne yayılmış bir tanıklık bu. Bitkilerin onu gördüğünü düşündürecek denli iddialı. Başta bahsettiğim görülme duygusuna paralel şekilde, nesnelere bile bakış atfediyor sanki. Çiçeğin imgeyle uyarılan bir retinası ve bunların ulaştığı bir beyin varmış gibi, Baydar onun yanındaki eylemlerini ahlâkîleştiriyor. Önemli bir nokta burası. Onun kendisini tam anlamıyla tek başına tahayyül etmesi olanaksız. Berger’in Görme Biçimleri’nde bahsettiği “kendisini hiç durmadan seyretmek zorunda” olan kadın gibi onun da zorunluluğu haline gelecektir, kendi imgesiyle birlikte dolaşmak.
“Odamın köşesindeki çiçek ağacına bakıyorum. Kollarını rasgele savuruyormuş gibi geniş, geniş yaylar çiziyor. İlkgençliğimden beri bu çiçeğin yanında soyunup giyiniyorum. Bedenimden sızan mürekkep beyaz resim kâğıtlarında şekil alırken onun kalp yapraklarının yanına benim çocuk-çıplak bedenimi yerleştirdi. O resimleri şimdi gördüğüm zaman çıplak bedenimin küçüklüğü ve duygularımın şiddetiyle sarsılıyorum. Belki bir kapı kapandı ve ben önünde bu çiçekle kaldım.” (2005, 25)
2005’ten sonra dergilerde şiir yayımladıysa bile ben takip edemedim. Ama kafamı hep meşgul etmiştir Baydar. Daha sert ve kalabalık bir şiir yazsaydı nasıl olur diye merak etmişimdir. Diyaloga açılsa nasıl olur diye de. Nicholas’ın Portresi melodrama kayacak kadar zayıflık, kırılganlık taşıyor. Sevgilinin elinde, edilgenlikten bile ötede onun tarafından ele geçirilmiş. “Beni yaratan sensen sevgili yok edecek misin yeniden?” (2005, 22) Dünya seviliyor; fakat dünyanın ele geçirilme isteği yok şiirde. Bu anlamda sevgilinin de şairin de cinsiyetsiz tasavvur edildiği söylenebilir. Hatta genel anlamda dünya nimetleri ile şair arasında çekişmeli ve gerilim dolu bir ilişki yoktur. Cinsellik yokluğundan bahsetmiyorum (var çünkü “burası kasıklarım yıldırımlar doğuyor”), şiirde ses anlamında şairin bir erkek sesini temsil etmediğinden bahsediyorum. Yorumlarımın salt spekülatif birer yorum olduğunu hatırlatarak sürdüreyim; arzu elbette var; fakat arzu da nesnelleştirilerek, belli bir öznenin arzusu olmaktan çıkarılıyor, keskinleştirilmiyor; sürekli etraftaki nesnelere atfedilen göz aracılığıyla kendisi tarafından gözetlenen birinin başka birine yönelecek arzusunun sınırlanacağı varsayılabilir; bunun sonucu da mesela kıskançlık gibi keskin duygular şiirde yer almıyor.
Şu anda, her nedense, onun teknolojiyle karışmış, kablolar çiçeklere dolanmış, bozulmuş bir doğa imgesini kurduğunu ve bunu yine monologlarla uzun uzun anlattığını düşünüyorum. O, şiirler yazıyor ve bize göstermiyor. Ya da başka biri olarak aramıza karıştığını hayal ediyorum.
“Eğer kıvrımlardan çatlamadıysa
Başımın altındaki yastık
Ayışığından kurumadıysa gitarım
Kabımdaki sütü içmediyse aslan” (1996, 64)

* Hece Dergisi, Şubat 2011. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder