29 Eylül 2013 Pazar

Tavus Kuşunun Yol Arkadaşlığı ve Tanrının Buyruğu. / Saba Kırer *

Emirlerini Yerine Getiremiyoruz.

Kanında kiraz suyu olan bileğimi 
Kesilmesi çok zor bileğimi
Bir bıçakla kesmek istediğimde
Kral King’in sesini duydum
Kral King’den. Sami Baydar.  


   Parmaklarını saç diplerinde gezdirip diken diken havalandıran ergen oğlanlar gibiydi, hali. Oysa yandan ayırdığı saçlarını gayet düzgün tarardı hep. Sanki rüzgârın şiddetiyle kafasındaki bütün teller birbirine karışmıştı, o an. Polonya filmlerinin ağır sahnelerinde yer alan bir oyuncunun yüzünün aynıydı gördüğüm yüz. Yine o, motifleri birbirine geçmeli kazak üzerindeydi. Arkasındaysa, bir tavus kuşu bakışlarını doğrudan üzerimize dikmişti. Kanatlarını açan kuş, ipek ibrişim bir kabartmayla, köşe kırlentine oturtulmuştu. O, Omzunu kuşun sırtına dayamıştı. İncecik parmaklarının arasındaysa yanından hiç eksik etmediği sigara. Yine de her zaman içtiği Harman’ı acemice tutuşu! O, donuk duruşuyla, bakışlarındaki uzaklıkla filmin karesine ilk görüntülendiği anla girmiş bir aktörün, solgun suretini taşımaktaydı. Rolü icabı değil de, fark edilmediği için ya da o kare unutulup kaldığı için kayıtlara geçmiş, oradaki tüm solgunluğuyla da perdelere yansımış birinin görünümündeydi. Bana ilk defa göründüğünde.

     
Onun Sözlüsü ve ‘Kızıl Afiş Marşı’nı seslendirme
 
     O, annesinin zarif elleriyle pat pat vurup -her zaman sarı ve turuncu karışımı boyadığı güneş o gün de yine kuvvetli,  parlakmış- güneşin altında pamuklarını kabarttığı yastıklara bakmış. Sakız gibi bembeyazmış. Başkalarında asla bulamayacağı bir temizlik kokusu. Annesinin elleriymiş, mis kokuluymuş. Üst üste koyduğu, iki puf yastığı başının altına almış, sakin sulara dalmış. Öğlen uykusu bu, hafif olurmuş, tatlı olurmuş. Hem annesi yanı başında. Hem de uyanıncaya kadar, kazağı ören kız da gelmiş olacak. Ona, Onun için herkesten sakladığı, akide şekerlerinden bile şeker, pembe buselerden getirecek. Kızın annesi tembih etmişmiş. Kız da annesine verdiği söze bağlı kalmış. Kimselere göstermemiş kutusunu. Ebediyen göstermezmiş. Ama kız ona söz vermiş: “Sen merak etme!” demiş. “Aramızda bir sır!” demiş. “Nasıl olsa Tanrılar yüzlerini geri çevirir, benim mahremime bakmaz. Evin her yanını kapatırsak cinler de içeriye giremez!” demiş. “Yalnızca sana, senin için açacağım bacaklarımı” demiş, düşüncesini sözlüsüne belirtmiş. Pudra kokan kutusunu açıp gösterecekmiş. Sözünü tutarmış, biliyormuş!
     O, düşlere dalmış: “Küçük kutu! Küçük kutu! Sözlümün bana vereceği en güzel armağan. Her armağan paketinden de, selüloz ambalajından da, rafya fiyonktan da çok daha alımlı. Üzerini tamamen pudralayışı! Daha da belirginleşen dışbükey. Kasıklarının ağırlığı, baldırları, baldır ağının basıklığı. Hem her şeyiyle bir dünya. Tanrının, elleriyle bahşettiği dünyadan bir parça. Hem de en uzak nesneyi bile yakınlaştıran, dokunuyorum, büsbütün hâkimim, sahibi benim duygusunu yaşatan, henüz içimizde bu olup bitenlerle baş edememişken, bu duygunun yer değiştirdiği, bizi bir başka duyguya saldığı, içine, derinliklerine çeken, içine, diplerine gömen, bizi kendi içine hapseden bir mercek. Oylumunda, incecik bir pudra tabakasının oluştuğu derin kutu!” demiş, iç geçirmiş.
     Farkındaymış! Onun sözlüsü, diğerlerinin sözlüsü gibi değilmiş. Fakültede, kampüsün içerisinde, komünistlerin forum düzenlendiği taş sahında sözlüsünün en yakın arkadaşıyla el ele tutuşup Leo Ferre’in Kızıl Afiş Marşı’nı göğe yükselen bir ses tonuyla seslendirmezmiş. Mimarlığın arkasında uzanan, birbirinden eşsiz ağaçların olduğu koruya girip, bir başkasıyla kurumuş yaprakları topuğuna basa basa çiğnemez, çıtırtı yürüyüşü yapmazmış. Heykellerin sergilendiği taraçaya çıkıp onunla bununla sigara tüttürmezmiş. Heykel bölümünden yok öğrencisiymiş, yok doktorasıymış yaş günü için verdiği partiye, Öğrenci evine davet etmezmiş. Antikacıdan edindiği tek kanepeyi, sözlüsünün en yakın arkadaşıyla her gece paylaşmazmış. Hakiki bir sevgili. Ebediymiş.


* Hacı Şair Dergisi, 23 Koltuk, Mart 2013 Yayınları. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder