28 Eylül 2013 Cumartesi

Dikiş Makinesi / Saba Kırer *

Cleo: soluk soluğa bağırdım: “Şaka tüm bu olanlar. Gidersen beni öldürürsün.” Güldü tüyler ürperten bir rahatlıkla ve dedi: “Rüzgârda durma üşürsün.”  “Yüz Kırk Bin Melek”ten, Sami Baydar. 

     O, o gün yüksek bir dağa tırmanmış. Dağ çok yüksekmiş. Tırmandıkça tırmanıyormuş. Çok soğukmuş. Yükseklere çıktıkça soğuk artıyormuş. Sevgilisinin ördüğü bir kazak. Dokuz numara millerle, haraşo. Kalın giyinmiş. Yine de üşüyormuş. Tırmandıkça kanı ısınıyormuş. Ama yükseklerde hava daha çok soğukmuş. Dağın başında kartallar onu bekliyormuş. Onun geleceğinden haberleri varmış. Kartalların kendisini beklediğini o bilmiyormuş. Soğuklar yüzünden kartallar yiyeceksiz kalmış. Hepsi açlık içindeymiş. Daha da yükselmişler. Onun tırmanışını izlemek için. 
     O, en soğuk yaylaları geride bırakmış. Dağcıların Küçük Zirve adını verdiği, bir düzlüğe varmış. Hava ılıkmış orada, eli ayağı ısınmış. Yorgunluğunu atmış, dinlenmiş. Ama su bulamamış. Yukarılarda “su olur” demiş. Daha yukarılarda olacağını düşünmüş. Biliyormuş su varmış. Küçük küçük göletler. Suları tatlı mı tatlı?      Tırmanmış, tırmandıkça soğuk artmış. Soğuk artıyormuş, tırmanmış, tırmandıkça rüzgâr şiddetlenmiş. Rüzgâr şiddetleniyormuş, tırmanmış, tırmandıkça ak kayalıkların, derin yarıkların, uzak vadilerin uğultusu kulak delmiş. Ak kayalıkların, derin yarıkların, uzak vadilerin uğultusu kulak deliyormuş, tırmanmış, tırmandıkça gri bulutlar aşağılarda kalmış. Gri bulutlar aşağılarda kalıyormuş, tırmanmış, tırmandıkça öbek öbek bulutlar ayağının altında nehrin höpürdeyen suları gibi yer değiştirmiş. Öbek öbek bulutlar ayağının altında, nehrin höpürdeyen suları gibi yer değiştiriyormuş, tırmanmış, tırmandıkça dağın bir yüzü müymüş, kayalığın bir tümseği miymiş, uçurumun bir kenarı mıymış, bastığı yer, bilmemiş? Dağın bir yüzü mü, kayalığın bir tümseği mi, uçurumun bir kenarı mı, bilmiyormuş, tırmanmış, tırmandıkça gri, daha da gri, kurşuni bulutlardan ayak bastığı yeri seçmek imkânsızmış? Gri, daha da gri, kurşuni bulutlardan bastığı yeri seçmek imkânsızlaşıyormuş, tırmanmış, tırmandıkça evinden, annesinden çok çok uzaklaşmış. Evinden, annesinden çok çok uzaklaşıyormuş, tırmanmış, tırmandıkça. Hem, daha suyun başına da çok varmış.
     Sonra, ne olmuşsa olmuş, karanlık çökmüş! Onu görüp de kanatlarını açtıkça açan, renk renk benekli tüylerini kabarttıkça kabartan tavuskuşları birden ortadan kaybolmuş. O da: “Ay ışığının altında, pencerede, yüzünü koluna dayamış, boynunu büküp, beni merak etmiştir, anneciğim” demiş, zirveye varmadan, usulca dönmüş evine.
     Eve döner dönmez, daha önce lapa lapa kar beyazı boyadığı dağın zirvesini, simsiyah yapmış. Yağlıboyaya soğan kabuklarını, yumurtanın aklarını, cevizin yeşil yapraklarını katmış. Böylece katranın karasını istediği yoğunlukta elde etmiş. İçine kattıklarından bazılarını kimseye söylememiş, söyledikleri zaten fakültede herkesin öğrendiği, bildiği şeylermiş. ‘Kartalların gözleri, ne kadar keskin olursa olsun, artık hiçbir şey görmeleri mümkün değil, bu zifiri karanlıkta! Kimsenin, canını almaları mümkün değil.’ diye düşünmüş, tablonun boyası kuruduğunda. Böyle düşününce içi rahatlayıvermiş.
     Hastalanmış. Çok çok hastaymış. Karyolasını büyük odanın çift kanatlı penceresinin önüne kurmuşlar. “Böylece dışarıyı görür, çocuğun ruhu sıkılmaz” demişler. O, göğü seyredip, uçan kazlara bakmak yerine, şikâyet ediyormuş: “Şu dikiş makinesini başucumdan alın. Hiç durmadan dikiş diken bu yaşlı kadını evden atın. Gece gündüz demeden işleyen bu makinenin tıkırtısı beynimi kemiriyor. Beni uyutmuyor bu cadı. Köşeye dürüp, yığdığı elbiselik kumaşların hepsini, kadifeyi sateni, empirmeyi, jüponluğu; birbirine dolaşmış iplikleri, toplayın. Toplayın ne olur? Çöpe atın yığınıyla! Bu kat kat bayramlık elbiselerin hepsini kim giyecek, anne, anne söyle bana?” demiş. “Sevgilim, bayramı yalnızca kelebeklerle dans ederek mi kutlayacak? Arife gününe hiçbir iş bırakmamak için mi bu telaşınız? Halalarımla toplanıp döktüğünüz bu hamur tatlılarının, ince ince kırk serpme açtığınız baklavanın şiresi nerede? Bayram namazı neden toplu eda edilir? Farzı nedir, ya sünneti? Bu bayram kim için?” sorularını ardı ardına, hiç nefes almadan sormuş.    
     Ona demişler ki: “Sen şimdi biraz uyu, dinlen. Biz o dişi dökülmüş ihtiyarı da, kumaşın kırpıklarını da atacağız evden. Bundan sonra evimizde asla dikiş dikilmeyecek.”  
     O, annesinin elleriyle pat pat vurup, güneşin altında pamuklarını kabarttığı yastıklara bakmış. Sakız gibi bembeyazmış. Başkalarında asla bulamayacağı bir temizlik kokusu. Annesinin elleriymiş, mis kokuluymuş. Üst üste koyduğu, iki puf yastığı başının altına almış, sakin sulara dalmış. Öğlen uykusu bu, hafif olurmuş, tatlı olurmuş. Hem annesi yanı başında. Hem de uyanıncaya kadar, kazağı ören kız da gelmiş olacak. Ona, Onun için herkesten sakladığı, akide şekerlerinden bile şeker, buselerden getirecek. Kızın annesi tembih etmişmiş. Kız da annesine verdiği söze bağlı kalmış. Kimselere göstermemiş kutusunu. Ama kız ona söz vermiş: “Sen merak etme!” demiş. Pudra kokan kutusunu açıp gösterecekmiş. Sözünü tutarmış, biliyormuş! O, hakiki bir sevgili.      
     O sırada askerlik celbi gelmiş. Postacı demiş: “Müjde, müjdemi isterim. Oğlunuz vatani görevine çağrılıyor. Askerlik Şubesinden mektubunuz var.” Kapının tokmağını vurmuş, ardı ardına. Müjdesini almak için heyecan içinde, sabırsızlıkla bekleyerek. 
     Kapı açılmış, açılmasına. Karşısında sanki temsili bir koro. Uzun uzun elbiseli kadınlar. Elma ağacının kurumuş, kararmış dalları altındaysa, kahvecinin tahta, eski iskemleleri sıra sıra dizili, cepken giymiş erkekler, yaşlısı genci oturmakta. 
     Elinde sarı zarf, uzatmış uzatmasına. Herkes ona, postacıya, postacının elindeki evraka bakıyormuş. Ama kimse elini uzatmamış. Kimse elini cebine atıp bir müjdelik vermemiş. Postacıya derin derin bakmışlar. Haki gömleğine bakmışlar önce. Haki yakasına bakmışlar, kafalarını sallayıp. Uzun, haki kollarına bakıp, boyunlarını kırmışlar öte tarafa. Gömleğinin sarı, gıcır gıcır düğmelerine bakmışlar. Kendilerine bir şeyleri inandırmak ister gibi gözlerini yummuşlar. Gözlerini açıp, kapatmışlar. Postacının eli, incecik parmakları havada, evrakları öyle tutuyormuş, boşluğa.


Hacı Şair Dergisi, Plaka 51, Kasım 2012 Yayınları, "Sami Baydar Anısına" bölümünden. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder